Müslümanlar Niçin Geri Kaldı?
İnsanla ilgili hiçbir şey, hiçbir zaman tek bir sebebe indirgenemez. Bu bakımdan Müslümanların geri kalmalarının pek çok sebebi vardır. Bize göre, bu sebeplerin en önemlilerinden birisi çarpık din anlayışıdır. Ölülerin egemenliğine ve maziye mahkum olmanın da, geleneği dinleştirmenin de, sağlıklı bir demokrasi kültürü üretememenin de bir şekilde çarpık din anlayışı ile bağlantılı olduğunu düşünüyoruz. Daha açık bir ifade ile, Müslümanların kafasındaki genel İslam algısının hem Kur’an’ın temel kurucu ilkeleri ile, hem de Hz. Peygamber’in örnekliğinde ortaya çıkan arı, duru, fıtrata uygun anlayış biçimi ile örtüştüğü pek söylenemez. Ne demek istediğimizi, Kur’an’ı anlayarak okumaya çalışan herkes kolayca anlayabilir…
Din, bir tür paradigma, algı düzeneği işlevi gördüğü için, din alanında ortaya çıkan küçük bir çarpıklık, hayatın bütünü göz önüne alındığında çok büyük bir çarpıklığa dönüşebilir. Din, kültürün şekillenmesinde en etkili faktörlerden birisi olduğu için, din anlayışı sağlıksız olan bir toplumda, din karşıtlarının bile sağlıklı olması pek mümkün olmaz. Dinin çift yönlü kesen bir kılıç gibi olması, olumlu olanın da, olumsuz olanın da, din sayesinde toplumda kalıcı iz bırakabileceğini göstermektedir. Din, eğer dinamik boyutu insanlara kazandırılırsa, toplumu bütünleştirir, yaratıcılığı üst düzeyde teşvik eder; ahlakın ve adaletin içselleştirilmesini kolaylaştırır. Bunun tersi de doğrudur; sağlıksız bir din anlayışı ayrıştırır, uyuşturur; gerçeklerin görülmesini engeller; insanları çelişkilerle kucak kucağa yaşamaya mahkum eder.
Konunun doğru anlaşılabilmesi için, bu tespitlerin somutlaştırılmasında fayda vardır. Gelişmişliğin temel kriterlerinden birisi, hiç kuşkusuz toplumların içinde bulundukları refah seviyesidir. Müslümanların yaşadıkları bölgelerden petrol fışkırmaktadır. Müslümanların arasında açlık ve ölüm kol gezmektedir. Temel hak ve özgürlükler, insanca yaşayabilmenin olmazsa olmaz ölçütleridir. Hangi Müslüman ülkenin bu konuda ciddi sorunu yoktur? Türkiye’nin bile, temel hak ve özgürlükler konusunda yeterli düzeyi yakaladığı söylenebilir mi? Bilim, gelişmenin, ilerlemenin omurgasını oluşturur. Müslümanların, mevcut bilim ve teknolojide nerede durdukları ortadadır. Hepimiz, Batı’nın tüketici köleleri gibi değil miyiz? Bu soruları çoğaltmak mümkündür. Ancak, sorunun kaynağına inmediğimiz müddetçe, çıkış yolunu bulamayız. O zaman, temel soruyu şöyle ortaya koyabiliriz: Müslümanlar, Müslüman kalarak gelişmek, insanlığın kaderinde etkin olmak, özne olmak istiyorlar mı, istemiyorlar mı? Eğer istiyorlarsa, çıkış yolunun ilk adımı aklı etkin kullanmak ve bilginin gücüne sahip olarak evrensel ölçekte değer üretmektir. Öyleyse, gelin hep birlikte bilginin, bilimin, üretimin neresinde olduğumuzu samimiyetle sorgulayalım. Çok uzaklara gitmeye gerek yok. Kur’an’ın ilk emri “oku!”. Okumak, bir metni okumak anlamına geldiği gibi, daha ileride, düşünmek, anlamak anlamına gelir. Okumak, bilgiye dayalı bir süreçler topluğunun adıdır. Müslümanlar okuyorlar mı? Müslümanlar, Allah katından geldiğine inandıkları Kur’an’ı ne kadar okuyorlar?
Gerçekten de, özeleştiri sürecini okumaktan başlatmanın bir tür zorunluluk olduğunu düşünüyoruz. Hiç kuşkusuz dünyada en çok okunan kitap, Kur’an-ı Kerim’dir. Ancak, Müslümanlar, Kur’an’ı anlamaksızın okumayı ibadet telakki ettikleri için, Kur’an’ı anlamak konusunda özel çaba sarfetmekten uzak durmaktadırlar. Bu durumu, “Müslümanlar Kur’an okumaktan korkuyorlar” şeklinde özetlemek mümkündür. Evet, işin içinde korku vardır. Bunun, bilinçaltı bir korku olduğunu söyleyebiliriz. Kur’an, insanı kendi gerçekliği ile yüzleşmeye çağırır. Kur’an, “bilmediğin şeyin ardına düşme” der. Kur’an, “bilenlerle bilmeyenlerin bir olmayacağını” söyler. Kur’an, “canlıların en kötüsünün, düşünemeyen akletmeyen kimseler” olduğunu söyler. Kur’an, “aklını kullanmayanların pislik içinde kalacağını” hatırlatır. Kur’an, insanın başına gelen bütün olumsuzlukların insanın kendi tercihlerinin sonucu olduğunu belirtir. Sadece bu gerçeklerle yüzleşen Müslüman, işin gerçeği utancından yerin dibine girer.
İslam, “oku!” diye başlar. Hz. Peygamber, “bilim talep etmenin kadın-erkek her Müslümana farz” olduğunu belirtir. Hz. Muhammed, Mekke’den Medine’ye hicretten sonra, Medine’de Mescid-i Nebevi’nin içinde, bilinçli bir eğitim süreci başlatmıştır. Bu doğrultudakien çarpıcı örneklerden birisini Bedir savaşı sonrası yakalamaktayız. Esirlerden okuma yazma bilenler, Müslümanlara okuma- yazma öğretmeleri karşılığında özgürlüklerine kavuşmuşlardır. Bu olayın, insanlık tarihinde ilk okuma-yazma seferberliği olduğunu söyleyebiliriz.
Kur’an’ın teşvikleri, Hz. Peygamber’in örnekliği, kısa sürede Müslümanlarda bilimsel zihniyetin oluşmasını sağlamıştır. Müslümanlar, bilgiye, öğrenmeye açık hale gelmişlerdir. Hz. Peygamber’in vefatını müteakip ilk üç asırda, omurgasını bilimin oluşturduğu muhteşem bir medeniyetin temelleri atılmıştır. Abbasi halifesi Me’mun zamanında kurulan Beytu’l-Hikme, Müslümanların bütün insanlığın birikimine talip olduğunun bir kanıtı olmuştur. Burada, bilim adına ne bulundu ise, Arapça’ya tercüme edilmiş; hem kaybolması önlenmiş, hem de insanlığın istifadesine sunulmuştur. Bunun en çarpıcı örneği Yunan klasikleridir. Bu süreç, Farabi’nin Aristo’dan sonra ikinci muallim (Muallim-i Sani) ünvanını almasını beraberinde getirmiştir. İbn Sina’nın eserleri, 18. asra kadar Batı’da Tıp fakültelerinde ders kitabı olarak okutulmuştur. Bu sebepten, diyoruz ki, Rönesans ve Reform hareketlerinin arkaplanında Müslümanların bilimsel birikimi yatar. Bunları, geçmişe öykünmek için söylemiyoruz. Eğer onurumuzla var olmak gibi bir derdimiz varsa, özne olmak istiyorsak, bunun yolu bilimin gücüne sahip olmaktan geçtiğini de bilmek durumundayız. Müslümanlar, önce aklın varlığını yeniden keşfetmek, sonra da enerjilerini bilim alanına yöneltmek zorundadırlar.
Din adına akıl düşmanlığının, bilim düşmanlığının yapıldığı, özgürlüğün ve adaletin olmadığı bir yerde, ne din olur, ne medeniyet olur, ne de insanlık… Paranın ve bilimin daima güvenli ortamları tercih ettiğini hatırlamakta fayda vardır. Yaratıcılık da, yüksek güven kültürünün kök saldığı ortamlarda gelişir. Eğer ilerlemek, gelişmek, özne olmak gibi bir niyetimiz varsa, aklı yeniden keşfederek işe başlayabiliriz. Hz. Muhammed boşa dememiş, aklı olmayanın dini de olmaz, diye…
Prof. Dr. Hasan Onat
İnsanla ilgili hiçbir şey, hiçbir zaman tek bir sebebe indirgenemez. Bu bakımdan Müslümanların geri kalmalarının pek çok sebebi vardır. Bize göre, bu sebeplerin en önemlilerinden birisi çarpık din anlayışıdır. Ölülerin egemenliğine ve maziye mahkum olmanın da, geleneği dinleştirmenin de, sağlıklı bir demokrasi kültürü üretememenin de bir şekilde çarpık din anlayışı ile bağlantılı olduğunu düşünüyoruz. Daha açık bir ifade ile, Müslümanların kafasındaki genel İslam algısının hem Kur’an’ın temel kurucu ilkeleri ile, hem de Hz. Peygamber’in örnekliğinde ortaya çıkan arı, duru, fıtrata uygun anlayış biçimi ile örtüştüğü pek söylenemez. Ne demek istediğimizi, Kur’an’ı anlayarak okumaya çalışan herkes kolayca anlayabilir…
Din, bir tür paradigma, algı düzeneği işlevi gördüğü için, din alanında ortaya çıkan küçük bir çarpıklık, hayatın bütünü göz önüne alındığında çok büyük bir çarpıklığa dönüşebilir. Din, kültürün şekillenmesinde en etkili faktörlerden birisi olduğu için, din anlayışı sağlıksız olan bir toplumda, din karşıtlarının bile sağlıklı olması pek mümkün olmaz. Dinin çift yönlü kesen bir kılıç gibi olması, olumlu olanın da, olumsuz olanın da, din sayesinde toplumda kalıcı iz bırakabileceğini göstermektedir. Din, eğer dinamik boyutu insanlara kazandırılırsa, toplumu bütünleştirir, yaratıcılığı üst düzeyde teşvik eder; ahlakın ve adaletin içselleştirilmesini kolaylaştırır. Bunun tersi de doğrudur; sağlıksız bir din anlayışı ayrıştırır, uyuşturur; gerçeklerin görülmesini engeller; insanları çelişkilerle kucak kucağa yaşamaya mahkum eder.
Konunun doğru anlaşılabilmesi için, bu tespitlerin somutlaştırılmasında fayda vardır. Gelişmişliğin temel kriterlerinden birisi, hiç kuşkusuz toplumların içinde bulundukları refah seviyesidir. Müslümanların yaşadıkları bölgelerden petrol fışkırmaktadır. Müslümanların arasında açlık ve ölüm kol gezmektedir. Temel hak ve özgürlükler, insanca yaşayabilmenin olmazsa olmaz ölçütleridir. Hangi Müslüman ülkenin bu konuda ciddi sorunu yoktur? Türkiye’nin bile, temel hak ve özgürlükler konusunda yeterli düzeyi yakaladığı söylenebilir mi? Bilim, gelişmenin, ilerlemenin omurgasını oluşturur. Müslümanların, mevcut bilim ve teknolojide nerede durdukları ortadadır. Hepimiz, Batı’nın tüketici köleleri gibi değil miyiz? Bu soruları çoğaltmak mümkündür. Ancak, sorunun kaynağına inmediğimiz müddetçe, çıkış yolunu bulamayız. O zaman, temel soruyu şöyle ortaya koyabiliriz: Müslümanlar, Müslüman kalarak gelişmek, insanlığın kaderinde etkin olmak, özne olmak istiyorlar mı, istemiyorlar mı? Eğer istiyorlarsa, çıkış yolunun ilk adımı aklı etkin kullanmak ve bilginin gücüne sahip olarak evrensel ölçekte değer üretmektir. Öyleyse, gelin hep birlikte bilginin, bilimin, üretimin neresinde olduğumuzu samimiyetle sorgulayalım. Çok uzaklara gitmeye gerek yok. Kur’an’ın ilk emri “oku!”. Okumak, bir metni okumak anlamına geldiği gibi, daha ileride, düşünmek, anlamak anlamına gelir. Okumak, bilgiye dayalı bir süreçler topluğunun adıdır. Müslümanlar okuyorlar mı? Müslümanlar, Allah katından geldiğine inandıkları Kur’an’ı ne kadar okuyorlar?
Gerçekten de, özeleştiri sürecini okumaktan başlatmanın bir tür zorunluluk olduğunu düşünüyoruz. Hiç kuşkusuz dünyada en çok okunan kitap, Kur’an-ı Kerim’dir. Ancak, Müslümanlar, Kur’an’ı anlamaksızın okumayı ibadet telakki ettikleri için, Kur’an’ı anlamak konusunda özel çaba sarfetmekten uzak durmaktadırlar. Bu durumu, “Müslümanlar Kur’an okumaktan korkuyorlar” şeklinde özetlemek mümkündür. Evet, işin içinde korku vardır. Bunun, bilinçaltı bir korku olduğunu söyleyebiliriz. Kur’an, insanı kendi gerçekliği ile yüzleşmeye çağırır. Kur’an, “bilmediğin şeyin ardına düşme” der. Kur’an, “bilenlerle bilmeyenlerin bir olmayacağını” söyler. Kur’an, “canlıların en kötüsünün, düşünemeyen akletmeyen kimseler” olduğunu söyler. Kur’an, “aklını kullanmayanların pislik içinde kalacağını” hatırlatır. Kur’an, insanın başına gelen bütün olumsuzlukların insanın kendi tercihlerinin sonucu olduğunu belirtir. Sadece bu gerçeklerle yüzleşen Müslüman, işin gerçeği utancından yerin dibine girer.
İslam, “oku!” diye başlar. Hz. Peygamber, “bilim talep etmenin kadın-erkek her Müslümana farz” olduğunu belirtir. Hz. Muhammed, Mekke’den Medine’ye hicretten sonra, Medine’de Mescid-i Nebevi’nin içinde, bilinçli bir eğitim süreci başlatmıştır. Bu doğrultudakien çarpıcı örneklerden birisini Bedir savaşı sonrası yakalamaktayız. Esirlerden okuma yazma bilenler, Müslümanlara okuma- yazma öğretmeleri karşılığında özgürlüklerine kavuşmuşlardır. Bu olayın, insanlık tarihinde ilk okuma-yazma seferberliği olduğunu söyleyebiliriz.
Kur’an’ın teşvikleri, Hz. Peygamber’in örnekliği, kısa sürede Müslümanlarda bilimsel zihniyetin oluşmasını sağlamıştır. Müslümanlar, bilgiye, öğrenmeye açık hale gelmişlerdir. Hz. Peygamber’in vefatını müteakip ilk üç asırda, omurgasını bilimin oluşturduğu muhteşem bir medeniyetin temelleri atılmıştır. Abbasi halifesi Me’mun zamanında kurulan Beytu’l-Hikme, Müslümanların bütün insanlığın birikimine talip olduğunun bir kanıtı olmuştur. Burada, bilim adına ne bulundu ise, Arapça’ya tercüme edilmiş; hem kaybolması önlenmiş, hem de insanlığın istifadesine sunulmuştur. Bunun en çarpıcı örneği Yunan klasikleridir. Bu süreç, Farabi’nin Aristo’dan sonra ikinci muallim (Muallim-i Sani) ünvanını almasını beraberinde getirmiştir. İbn Sina’nın eserleri, 18. asra kadar Batı’da Tıp fakültelerinde ders kitabı olarak okutulmuştur. Bu sebepten, diyoruz ki, Rönesans ve Reform hareketlerinin arkaplanında Müslümanların bilimsel birikimi yatar. Bunları, geçmişe öykünmek için söylemiyoruz. Eğer onurumuzla var olmak gibi bir derdimiz varsa, özne olmak istiyorsak, bunun yolu bilimin gücüne sahip olmaktan geçtiğini de bilmek durumundayız. Müslümanlar, önce aklın varlığını yeniden keşfetmek, sonra da enerjilerini bilim alanına yöneltmek zorundadırlar.
Din adına akıl düşmanlığının, bilim düşmanlığının yapıldığı, özgürlüğün ve adaletin olmadığı bir yerde, ne din olur, ne medeniyet olur, ne de insanlık… Paranın ve bilimin daima güvenli ortamları tercih ettiğini hatırlamakta fayda vardır. Yaratıcılık da, yüksek güven kültürünün kök saldığı ortamlarda gelişir. Eğer ilerlemek, gelişmek, özne olmak gibi bir niyetimiz varsa, aklı yeniden keşfederek işe başlayabiliriz. Hz. Muhammed boşa dememiş, aklı olmayanın dini de olmaz, diye…
Prof. Dr. Hasan Onat