Atatürk’e cıvalı ilacı enjekte eden doktora kimler izin verdi?

Katılım
2 yıl 2 ay 18 gün
Mesajlar
17,923
Çözümler
1
Tepkime puanı
6,190
Cinsiyet
bPg20e
27 Şubat 1938
Çankaya
Dışişleri Köşkü

Balkan Antantı’nın üzerinden dört yıl geçmiş Atatürk Çankaya’da antanta katılan ülkelerin üst düzey temsilcilerine davet veriyordu. Davete katılanlar arasında Romanya Dışişleri Bakanı Nicolae Petrescu-Comnen, ama daha önemlisi Yugoslavya Başbakanı Dr. Milan Stoyadinovitch ve Yunanistan Başbakanı İoannis Metaksas da oradaydı...

Bir yıl sonra 1.Dünya Savaşı çıkacaktı. Para baronları Balkanlar’da bir güç birliğinin oluşmamasını istiyordu. Fakat Atatürk çoktan buna yol açmıştı...
Yunan Lideri Metaksas, asker kökenliydi. Almanya, Yunanistan’ın en büyük ticaret ortağıydı. Dış politikada önceleri Almanya’ya sıcak baksa da sonrasında Fransa ve İngiltere’den yana tavır alacak, bu durum Adolf Hitler’in hiç hoşuna gitmeyecekti...

İngiliz Kraliyet Donanması’nın Akdeniz’deki üstünlüğü Yunanistan gibi bir denizcilik ülkesi tarafından göz ardı edilemezdi. Mussolini’nin yayılmacı politikasından ülkesini bu şekilde koruyabileceğine inanıyordu. Ama bu kez tercihini Türkiye’nin dostluğuna sığınarak bulmaya çalışıyordu. Tercihin Atatürk’ten yana kullanmıştı...

Davet keyifli geçiyor, ancak Atatürk keyifsiz oluşunu hissettirmemeye çalışıyordu. Davete katılanlar dünyayı savaşa sürükleyen Hitler ve Mussolini’ye karşı gelenlerdi. Görüşmeler çok hassastı. Balkanlar, Avrupa demekti...

Sağlık Bakanlığı Müsteşarı Doktor Asım Arar ve eşi davete iki saat geciktiğini düşünürken yanılmıştı. Görevlilere sorduğunda gecikmenin Atatürk’ten kaynaklandığını öğrendi. Oysa Atatürk’ün davetlere saatinde geldiği bilinirdi. Burnunun kanadığını ve uzunca bir süre devam ettiği bilgisini aldı. Atatürk bu nedenle Köşk’ten geç çıkmıştı.

Saat 20.00’de başlaması planlanan yemek için tüm konuklar gelmiş, ancak Atatürk, hiç âdeti olmadığı halde gecikmişti. Herkes merakla davet sahibini beklerken, o da, odasında burnundan şiddetle akmaya başlayan kanın durdurulmasını beklemişti. Davetlilerin arasına katıldığında kısa bir süre konuklarıyla ilgilenmiş, halsizliğini hissettirmemeye çalışarak elinde bir konyak kadehiyle kanepeye oturmuştu...

Dr. Asım Arar, Atatürk’ün hareketlerini takip ederken düşüncelere daldı:

“Aylardan beri cereyan eden hadiseler, burun kanamaları, kaşıntılar, karınca hikâyeleri, müşahede ettiğim yorgunluk ve halsizlik, hülasa bütün bu vakalar? Alkol?”

Durumu mutlaka hükümet erkânına haber vermeyi düşündü:

“Aksi takdirde vazifemi yapmamış olur, derin bir manevi mesuliyet içinde kalırım...”

O sırada kendisini çocukluğundan beri tanıdığı İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın yanına giderek düşündüklerini anlattı:

“Şükrü Beyefendi size İçişleri Bakanı hem de bu vatanın kıymetli bir ferdi olarak çok mühim ve ağır bir şeyden bahsedeceğim. Atatürk çok vahim bir hastalığın başlangıcındadır ve öyle zannediyorum ki şimdiden tedbir almak hususunu ihmal edecek olursak maddi manevi mesuliyetimiz olur.”

Bakan Kaya, “Gel seni Celal Bey’e götüreyim” dedi. Bayar o sırada Yugoslavya Başbakanı Stoyadinoviç ile görüşüyordu.

“Bakın Celal Bey, Asım mühim bir şeyden bahsediyor. Kendisini dinlemenizi rica ederim.”

Bayar, Yugoslavya başbakanından izin istedi, yanından ayrıldı, Asım Arar’ın söylediklerini dikkatlice dinledi. Durumu öğrendikten sonra, “Ne yapalım?” diye sordu. Doktor Arar düşündüklerinde kararlıydı:

“Takip edilecek tek bir yol var! Atatürk’ü ciddi bir muayeneye tabi tutmak, ondan sonra da ortaya çıkacak duruma göre bir tedavi sayesinde kurtarmaya çalışmak. Bunun için de fikrimce, yegâne çare bir ecnebi mütehassıs getirerek onun da yardımıyla tedavi işlemini tanzim etmek...”

Başbakan Bayar, Atatürk’ün bu fikri beğenmeyeceğini tahmin ediyordu fakat kendisiyle mutlaka konuşacağını söyledi. Doktor Arar, “Burnundan gelen kanın ciğerden geldiği inancındayım, eğer şüphelerim doğruysa durum vahim demektir” diye uyarıda bulundu...

Atatürk o sırada vatanını koruma derdindeydi...

ATATÜRK SİROZ OLDUĞUNU NASIL ÖĞRENDİ NE YAPTI?

6 Mart 1938

Türk hekimlerinden kurulu sağlık heyeti Çankaya Köşkü’ne geldi. 5 hekim vardı:

Prof. Dr. Akil Muhtar Özden

Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp

Prof. Dr. Hüsamettin Kural

Dr. Asım Arar

Dr. Ziya Naki Yaltırım


Kurul, önce Köşk’ün kütüphanesinde kendi aralarında bir toplantı yaptı. Eski raporlar incelendi. Ardından Atatürk’ün yanına çıkıldı. Üstünde koyu bir ropdöşambr vardı. Kanepede düşüncelere dalmış, oturuyordu. Yanında İsmet İnönü vardı. Doktorları karşısında görünce şaşkınlığını dillendirdi:

“Korkunç!”

Bütün vücudu, uzunca bir muayeneden geçirildi. Ayak bileğinde hafif bir ödemi vardı. Karaciğeri biraz büyümüştü. Hekimler izin isteyerek tekrar Köşk’ün kütüphanesine çekildi. Görüşmeler sonrasında beş hekim ortak kararını açıkladı:

“Hastalık: karaciğer atrofık sirozu başlangıcı...”


Doktorlar, teşhisten sonra uzun uzun tedavi üzerine konuştular. Hastalığın sonunda mutlaka “ölüm” olduğunu düşünüyorlardı. Rapor düzenlenmesine karar verildi. Atatürk’e sunulacaktı.

Raporu Dr. Asım Arar kaleme aldı, doktorların hepsi imzaladı. Ve huzura çıkıldı. Takdim, yine Dr. Asım Bey’e kalmıştı.

Atatürk ayakta bekleyen Asım Arar’a, kulakları az işiten İsmet İnönü’yü göstererek seslendi:

“Yüksek sesle oku da paşa da duysun...”

Dünya liderlerinin gıptayla takip ettiği kahraman, hayatının bundan sonraki sürecini öğrenecekti. Soğukkanlılığını korudu. İnönü, dikkat kesildi. Başbakanlığı Celal Bayar’a bırakırken Atatürk ile aralarına az da olsa soğukluk girmişti. Birazdan duyacakları o arkadaşının akıbetinin ne olacağıydı.

Kara rapor okunmaya başlandı. Atatürk ara sıra başını sallayarak ve hiç sözü kesmeden dinledi. Sıra son cümlelerdeki alkolle ilgili bölümlere gelince hafifçe gülümseyerek sordu:

“Bu içki yasağı ne vakte kadar devam edecek?”

Doktor Arar, yanıtladı:

“Yine böyle bir heyet toplanıp, içki kullanmakta mahzur olmadığına karar verinceye kadar efendim...”

Gülümsemesi bir anda uçup gitti. Canı sıkıldı:

“Ben alkolü çok eskiden beri kullanıyorum. Bir şey olmadı. Şimdiki hastalığıma başka bir sebep aramanız lazım...”

Kimseden ses çıkmayınca Asım Bey cesaretini toplayıp, tekrar söze girdi:

“Efendim sizin birkaç defa sofranızda bulundum. Çok içiyorsunuz. Lakin bununla dimağı faaliyetinize hemen hiçbir şey olmuyor. Bunun sebebi şudur: İçtiğiniz alkolü çabuk yakıyor veya ziyansız bir şekle sokuyorsunuz. Bunu yapan en mühim uzvunuz karaciğerdir. Bugün karaciğeriniz hastalanmıştır. Artık vazifesini eskisi gibi göremeyecektir. Aldığınız alkol de sizi zehirleyecektir. Onun için bunu mutlaka bırakmanız lazımdır.”

Yüzlerine dikkatlice baktı, başını salladı, kısa bir süre suskun kaldı, ardından sadece, “Peki” dedi...

Hekimlere teşekkür etti, başıyla “çıkabilirsiniz” işareti yaptı. El sıkıp çıktılar...

Dinledikleri hiç hoşuna gitmemişti. İsmet Bey ile yalnız kalmışlardı. Ses tonunu yükselterek konuştu:

“Bunların hiçbiri bir şeyden anlamıyor. Ben rakı içmek istediğim için söylemiyorum ve icap ederse yine içmeyeceğim. Fakat bunlara hastalığımın rakıyla hiçbir alakası olmadığını da ispat edeceğim. Beni en çok üzen şey, bugüne kadar doktorlarımdan hiçbirinin gerçek durumumu anlatıp, içkiyi mutlaka bırakmam gerektiğini söylememiş olmasıdır. Yoksa hiç tereddüt etmeden bırakırdım ve belki de bu hallere düşmezdim.”

Hayatı boyunca aldığı en önemli haberlerden birini almıştı. Yıllarca savaş meydanlarında siperden sipere koşarken, hayatını vatanı uğruna hiçe sayarken bile daha rahat hissetmişti...

Teşhisin akşamı neşesini toplamaya çalıştı. Yeni Sinema’ya, ses sanatçısı Melek Tokgöz’ün konserine gitti.

Sanatçı, saz arkadaşları Selahaddin Pınar ve Nubar Tekyay konser için hazırdı. Perde açıldı. Konser başladı. Melek Hanım bir ara başını kaldırdığında Atatürk’ü görüp arkadaşlarına sevinçle işaret etti...

Üst locada oturuyordu; habersiz gelmişti. Sanatçılar hemen Atatürk’ün en sevdiği Rumeli türkülerini okumaya başladı. Atatürk dalgın ama neşesini kaybetmeden konseri dinledi.

Son şarkı “Sarı Kurdelam Sarı” türküsüydü.

“İpek kuşak beldedir

Saçakları yerdedir

Dünyayı güzel sarsa aman ah, ah, ah

Yine gönlüm sendedir

Yandım hey hey, hey...”


Türkü bittiğinde ayağa kalkarak sanatçıları coşkuyla alkışladı. Ayrılırken Melek Tokgöz Hanım’ın özel çiçeği, kulisteki yerini çoktan almıştı...

İÇİŞLERİ BAKANI KAYA: “(...) HASTALIKTAN ÖLÜR MÜ? NE VAKİT ÖLEBİLİR?”

Atatürk: “Ne yapacaksan çabuk yap, ben hastayım...”

Türkiye’deki doktorların teşhisinden sonra Başbakan Celal Bayar yabancı hekim konusunu bir kez daha Atatürk’e hatırlattı. Yaklaşık bir buçuk ay önce de hatırlatmış, “Ortada Hatay meselesi var, hastalığım dışarıda duyulursa fena olur” yanıtını almıştı. Bayar, bir kez daha ısrarcı oldu:

“Efendim bizim için en önemli dava sizin sağlığınızdır. İzin verin bir yabancı uzman getirelim...”

Bu kez itiraz etmedi.

“Çocuk!” dedi. “Ne yapacaksan çabuk yap, ben hastayım.”

İngiliz Büyükelçi Sir Percy Loraine Atatürk’ün sağlık durumu hakkında her şeyi bilmek istiyordu. Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras kendisini bilgilendiriyordu. O da aldığı bilgileri kendi ülkesinin bakanlığına acil koduyla geçiyordu. 19 Mart 1938 günü aynını yaptı:

“Tevfik Rüştü Bey ile görüştüm. Atatürk’ün hâlâ çelik gibi olduğunu, melekelerinin eskisi kadar sağlam, muhakemesinin seri ve emin, gerçekleri kavrama hissinin keskin, yoğun çalışmadan yorulmak bilmez ve dimağının her zamankinden daha fazla uyanık olduğunu, belirtti...”

Atatürk, ölümüne direniyordu. Atatürk’ün yorulmaması için artık yanına kimse alınmayacak, yaverleri bile huzuruna nadiren gireceklerdi. Tam da o günlerde İsmet İnönü’nün ağır hasta olduğu haberi geldi. Ve Fissenger apar topar Ankara’ya, İsmet Paşa’ya gönderildi. Profesör, İnönü’yü muayene etti. Safrakesesi iltihaplanmıştı. İsmet Bey şeker hastasıydı, ameliyatı tehlikeli olabilirdi. İlaç tedavisi önerip, İstanbul’a döndü.

Prof. Fissenger, Atatürk’ü son bir kez muayene ettikten sonra da Fransa’ya dönmek istediğini bildirdi. Başbakan Celal Bayar ve diğer hükümet erkânı, bir hafta-on gün daha kalmasını rica edince Fransız profesör ilginç bir yanıt verdi:

“Bırakın döneyim. Bir gün daha kalacak olursam, ben onun dediklerini yapmaya başlayacağım. Öylesine tesiri altındayım...”

Doktor, muayene raporunu hazırlarken, Atatürk İçişleri Bakanı ve CHP Genel Sekreteri Şükrü Kaya’yı yanına çağırttı ve doktorların ne dediklerini sordu.
“Bağırsak ve karaciğer rahatsızlığı...” dedi. “Perhiz, istirahat ve tedavi ile geçer diyorlar. Galiba suyun alınmasına da karar verildi.”

“Suyun alınması”
lafı her şeyi anlatmaya yetmişti. Şükrü Kaya’ya talimat verdi:

“Bu akşam Fissenger senin davetlin olsun. Onu Florya’ya götür. Çay içer, baş başa konuşursunuz. Ama her şeyi, her şeyi konuşursunuz.”

Aslında ne kadar yaşayabileceğini merak ediyordu...

Bakan Şükrü Kaya akşam olduğunda Prof. Fissenger’e sorusunu gayet net sordu:
“Doktor! Ben içişleri bakanıyım ve Atatürk’ün partisinin genel sekreteriyim. Muayenesinde, konsültasyonlarda bulundum. Meslekten değilim. Bir şey anlayamadım. Şimdi sizden şunu öğrenmek istiyorum: Atatürk bu hastalıktan ölür mü? Ne vakit ölebilir? Bana bu soruları hükümet de, parti de, meclis de soracaktır.”

Profesör önce Atatürk’ü öven cümlelerle lafa girdi. Sonra da durumu anlattı:

“Şimdi, hepimiz kazaya uğramış bir geminin içinde bulunuyoruz. Başımıza gelecek felaket beni de sizin kadar müteessir etmektedir. Atatürk, tıbbın müdahalesi ve tabiatın yardımıyla daha iki yıl yaşayabilir. Tıp tarihinde bunun misalleri çoktur. Ama şimdi yata döneriz, bağırsak ya da beyin kanamasından Atatürk’ü ölmüş de bulabiliriz. Onun için siz Cumhuriyet’in selameti için gereken tedbirleri şimdiden alınız.”

Bakan Kaya durumu sabah olduğunda izah etmek için Atatürk’ün yanına gitti. Anlatmakta güçlük çekerken, Atatürk, konuyu kısa kesti:

- Her şeyi, ama her şeyi görüştünüz mü?
  • Evet, efendim...
  • Öyleyse Ankara’ya dön, işlerinle uğraş.

ATATÜRK: “(...)BENCE DOKTORLARIN YANLIŞ GÖRÜŞ VE HÜKÜMLERİ SEBEBİYLE...”


14 Haziran 1938

Aklında bin bir güçlükle, milletiyle kurduğu Türkiye’si ve dünyada çıkacak muhtemel savaşta ülkesinin ne yapacağını düşünüyordu. Yerine kim geçebilir, canından çok sevdiği ülkesi, on beş yaşındaki evladı Türkiye Cumhuriyeti’ni kim geleceğe taşıyabilirdi?

Savarona yatından, Cenevre Üniversitesi’nde okumakta olan Afet İnan’a mektup yazdı:

“Afet,

(...) Vaziyetim şudur. Bence doktorların yanlış görüş ve hükümleri sebebiyle hastalık durmamış, ilerlemiştir. Vakitsiz ayağa kalkmak, yürümek, hususile burunda yapılan atuşman üzerine gelen kusma neticesi; yapılan istirahatları hiçe indirmiştir. İstanbul’a gelince, Hükümet reyimi almaya dahi lüzum görmeksizin Fişenjeyii getirtti...
Yeniden tetkik, muayene yapıldı. Karaciğeri eski halinden farksız ve karın birkaç kiloluk müterakim su ve gaz dolayısıyla şişkin ve defigüre bir halde buldular. Şimdilik Temmuz 15’e kadar yeni tretman ve yeni rejim tahtında repo apsolüyü zaruri buldular...”


Adeta öleceğine inanmaya başlamıştı.

HİTLER’İN YEMİNLİ DOKTORU PROF. EPPİNGER GETİRİLDİ

Temmuz 1938

Siyonist lider Haim Weizmann, (İngilizlerin adamı; İsrail’in ilk Cumhurbaşkanı) Atatürk ile yüz yüze görüşmeyi hedeflemişti. Gözü kulağı Türkiye’deki gelişmelerdeydi. Ama Atatürk hastaydı. Weizmann, Ortadoğu’da bir “Türk Balkan-Yişuv bloku” (İsrail devleti kurulmadan önce Filistin Yahudilerine “Yahudi cemaati” anlamına gelen Yişuv denmekteydi.) tesis etmeyi teklif etmeyi düşünüyordu.

Ona göre bu blok, Boğazlardan Süveyş Kanalı’na kadar uzanacak, İngiltere’nin Nazi-Faşist baskısına karşı koyması için uygun bir destek olacak ve Türkiye’yi Hitler’in baskısından kurtaracaktı. Bir amacı da Türkiye’ye kredi imkânı sunmaktı. İngilizlerin desteğini (Para baronlarının) Atatürk’e iletmek istiyordu...

Atatürk’ün dişçisi Sami Günzberg bir süredir Haim Weizmann’a Yahudi bankerlerle birlikte Türkiye’yi ziyaret etmesini ve Türkiye’nin altyapı yatırımlarına finansman sağlamasını telkin ediyordu.

28 Haziran 1938 günü Weizmann ile Londra’da buluşmuşlardı...

18 Temmuz 1938

Pelișor Kalesi’nde matem havası vardı. İnsani yönünden çok, Balkanlar ve Avrupa’daki siyasetiyle de tanınan İngiliz kökenli, ancak Romanya kraliçesi oluşuyla hatırlanacak olan kraliçe komadaydı. Hitler’in yeminli doktoru Prof. Hans Eppinger başındaydı. Kraliçe sekiz dakika dayanabildi. Saat 17.38’i gösterdiğinde, mavi gözleri kapandı...

Kraliçenin ölümündeki esrar perdesi aralanamadı. Karaciğer sirozu tanı ve tedavisini Hitler’in özel seçilmiş Yahudi doktoru Prof. Hans Eppinger yapmıştı. Gizemli profesör sadece 13 gün sonra Dolmabahçe Sarayı’nda, Atatürk’ün yanı başında olacaktı...

31 Temmuz 1938 Pazar
Dolmabahçe Sarayı


Dolmabahçe Sarayı’nın 71 numaralı odasına girdiğinden o yana selamlaşmanın dışında hiç konuşmamıştı. İşine odaklıydı. Oysa muayene ettiği hastası samimi kişiliğiyle bilinen, cesur bir asker, dâhi bir politikacı ve dünyanın tanıdığı bir devrimciydi. Adını da şöhretini de çok iyi biliyordu. Bilmemesine imkân yoktu. Dünya askeri ve siyasi tarihine damga vurmuş biriydi. Ne var ki tüm bunları umursamaz tavırlar içerisinde muayenesini tamamladı, teşekkür etti, geldiği soğuk yüzünü alıp odadan ayrıldı...

Atatürk gördüğü muameleden hiç hoşnut kalmamıştı. Muayene sırasında odanın dışında bekleyen saray görevlileri ve Türk hekimler merak içindeydi. hâlâ bir umut olabilir miydi? Bir nebze olsun o çok sevip saydıkları babaları için sevindirici bir haber alabilirler miydi? Tek istedikleri buydu. Günlerdir başında dönüşümlü nöbet tutan berberi Mehmet Tanrıkut Mete, kütüphanecisi Nuri Ulusu, sofracıbaşı İbrahim Ergüven ve yaverleri Prof. Eppinger’in odadan çıkarkenki soluk bakışını yakaladıklarında, tekrar üzüntüye boğuldu.
Altmış yaşındaydı. Prag’da doğmuştu. Avusturyalı Yahudi bir ailenin çocuğu olarak dünya gelmişti. Uzmanlık alanı iç hastalıkları, özellikle de karaciğer rahatsızlıklarıydı. Çevresince kaba biri olarak bilinirdi. Hastayı muayene etmeden önce her biri mesleklerinde uzman olan Türk hekimlerini hiçe sayarak, hiçbir bilgi alışverişinde bulunmadan, Atatürk’ün yattığı odaya girmişti. (Prof.. Özel Şahingiray’ın Celal Bayar’ın arşivinden derlediği, Atatürk’ün Son Nöbet Defteri–Atatürk’ün hastalığından vefatına kadar tutulan hastalık seyrini ve tedavi metodunu tespit eden jurnaller / 1 Ekim 1938-10 Kasım 1938 kitabındaki tarihlerde Prof. Eppinger’in gelişi ve yaptığı muayene ile tedavi yöntemleri bulunmamaktadır. Varsa da bugüne kadar kamuoyuna açıklanmamıştır. Oysa hekimler arası konsültasyon (görüş alışverişi) çok mühimdi. Hastanın durumu hep birlikte görüşülüp tartışılmalıydı...)

Atatürk, tam anlamıyla bir insan sarrafıydı. Ortalık sakinleşince Sağlık Müsteşarı Asım Arar’ı yanına çağırttı. Kendisini tek başına muayene eden Prof. Eppinger ile ilgili bilgi aldı, sonrasında görüşlerini dile getirdi:

“Ne kaba bir adam, kendisinden hiç hoşlaşmadım!”

Hekimler akşam saatlerinde bir araya gelebildi. Prof. Eppinger de yanlarındaydı. Konuşulanları dinledi, diyet önerisini açıkladı:

“(...) Çiğ meyve kürü ve bol bol karpuz kavun yedirilmeli.”

Ardından uygulanacak tedavi yöntemini ve kullanılması gereken ilacı söyledi:

“(...) Karnındaki asidin boşaltılması için hastanın bedenine idrar söktürücü mahiyette olan ‘Salyrgan’ ilacının enjekte edilmesi gerekir.”

Hekimler şaşırdı. İlacı ilk kez deneyeceklerdi.

ATATÜRK: “VAY HINZIR HERİF, BENİ GALİBA TAVŞAN ZANNETTİ.”

Hükümet, Prof. Eppinger ile birlikte Alman Profesör Gustav von Bergmann’ı da Türkiye’ye çağırmıştı...

Bergman, iç hastalıkları uzmanıydı. İstanbul’a ulaştığında heyet bir kez daha toplandı. Bu kez muayene, tüm hekimlerce yapıldı. Her kafadan bir ses çıktı. Sonrasında karara varıldı.

“Hasta sirozdur!”

Prof. Bergman da Atatürk’e, sevmediği doktor Prof. Eppinger’in uygun gördüğü kür ve ilacı uygun gördü.

“Bolca kavun, karpuz, çiğ meyve kürü ve Salyrgan.”

Doktorlar o günkü raporda “siroz” teşhisini, hep beraber ilk kez koymuştu ve son cümle bir tarihin göçtüğünün ilk kanıtıydı:
“Durum ciddi ve vahimdir.”

Atatürk ertesi gün yine Prof. Eppinger’in tavsiye ettiği diyeti uyguladı. Ancak akşamına ishal oldu. O yönteme, karşı görüş bildiren Türk hekimleri Prof. Nihat Reşat Belger ile Prof. Abravaya Marmaralı’ya, “Hakkınız varmış. Vay hınzır herif, beni galiba tavşan zannetti” diye görüşünü açıkladı.

Prof. Eppinger ve Prof. Bergman alanlarında ünlüydü. Ancak karakterleri zıttı. Bergman, kibarlığı ve zarafeti ile Atatürk’ün üzerinde iyi etki bırakmıştı. Eppinger için bu söz konusu değildi. Kabalığı ve muamele bilmezliği Atatürk’ü kızdırmıştı...

Eppinger, Atatürk’e patlıcanı bile çiğ yemesini önermişti. Bergman ise rendelenmiş elma yedirilmesini tavsiye etti.

Diğer tüm doktorlardan gelen bir başka öneri, “afyon mürekkepleri (sıvı) ile şibih kalevi (alkali benzeri su)” oldu...

Atatürk’ün canı bamya ile kavun istemişti. Yiyip yiyemeyeceğini sordu.

Prof. Eppinger, söze girdi, soğuk ses tonuyla, “Yiyebilirsiniz...” dedi.

Bazı hekimler Atatürk’e ponksiyon yapılmasının iyi geleceğini söyledi. Karında biriken asit kalın bir iğneyle dışarı çekilecekti.

Prof. Neşet Ömer Bey, söz aldı:

“Prof. Fissenger afyon mürekkeplerini ve şibih kalevilerin verilmemesini ve cıvalı müdrirler kullanılmamasını söylemişti” diye uyardı.

“Kalbi kuvvetlidir, kalbi güçlendirecek ilaçlar kullanılmalıdır” diye de ekledi.

Prof. Eppinger şırıngasına “Salyrgan” ilacını çekti, enjektörün havasını ortaparmağıyla vurarak aldı. Her zamanki asık yüz ifadesiyle, hekimlere görüşünü söyledi:

“Tecrübe mahiyetinde olacaktır...”

Ertesi gün olduğunda Atatürk yatakta dik duramıyordu. Karnındaki şişkinlik sıkıntı vermeye başlamıştı. Arkasına yastıklar konulup dik oturması sağlandı. Çevresindekilere neşeli görünmeye çalışsa da, acısı yüzünden okunuyordu. Yorgunluk ve halsizlik yüzünü inceltmişti...

Her kafadan ayrı bir ses çıkmıştı. Prof. Akil Muhtar Özden o günün akşamı 38,5 derece ateşle hastalandı. (3 Ağustos’a kadar muayenelere katılamayacaktı.)

Asım Arar, akşamüzeri profesörler Eppinger ve Bergman’ı kaldıkları Pera Palas Oteli’nde ziyaret etti. Eppinger az konuştuğu sohbet sırasında kötü Fransızcasıyla iki meslektaşını şok edecek üç kelime kullandı:

“Un cas triste...” (Üzücü bir durum...)

Atatürk 10 Kasım 1938 günü aramızdan ayrıldı. Bir yıl sonra dediği gibi 2. Dünya Savaşı çıktı.
Prof Eppinger Hitler’in emri üzerine yaptığı ‘damara tuzlu su enjekte etme)deneyleri sırasında 29 Çingene’nin ölümüne neden oldu.
Yunan başbakanı Metaksas’ın ve Bulgar Kralı Boris’in ölüm anlarında da yanı başlarında olacaktı...

Savaş sona erdiğinde Nürberg Mahkemesi’nce yargılanmak üzere tutuklanacakken intihar ederek yaşamına son verdi.

Aradan yıllar geçse de meslektaşlarınca ‘Sadist Doktor’ olarak anılacak, hakkında kitaplar yazılacaktı.

Not: Atatürk’ün ölüm yolculuğu, dünyanın Onun ölümünden sonraki siyasi ve askeri gelişmeleri , Prof. Hans Eppinger ile ilgili tüm ayrıntıları Atatürk’ün Katili ve O Doktor kitabında bulabilirsiniz)

Kaynak:
Yaşar Gürsoy, Atatürk’ün Katilleri ve O Doktor
Dr. Asım Arar, Son Günlerinde Atatürk
İskender Özsoy, Atatürk Onu Ayakta Alkışladı
Prof. Dr. Zafer Paykoç, İnönü’nün Çağdaş Düşünce Yapısı ve Öğrettikleri
Hasan Rıza Soyak, Atatürk’ten Hatıralar
Niyazi Ahmet Banoğlu, Nükte ve Fıkralarla Atatürk
Prof. Dr. Bedi Şehsuvaroğlu, Atatürk’ün Sağlık Hayatı,
 
Geri
Üst Alt