Üç darbe, üç yasa

Charismax

Copyright @ Charismax
Katılım
3 yıl 8 ay 16 gün
Mesajlar
25,270
Tepkime puanı
8,715
Yaş
35
Konum
Memed' Home
İsim
CHRS
Memleket
Neresi?
Meslek
IzdırapÇI
Cinsiyet
vtEvVy
Medeni Hal

Üç darbenin birbirinden farklılıkları olsa da "Sosyalleştirme", Bağ-Kur ve kürtaj yasalarının darbe dönemlerinde çıkması önemli bir tarihsel gerçekliktir.​

122083.jpg


Cemal Hüseyin Güvercin

Türk Tabipleri Birliği’nin (TTB) yıllardır kullandığı bir söylem: “Darbeler sağlığa zararlıdır!” Gerçekten de ülkedeki her darbe, insanların yaşama hakkı ile birlikte fiziksel, ruhsal ve sosyal sağlığına büyük zararlar vermiştir. Darbeler idamlar, yargısız infazlar, gözaltılar, işkenceler, tutuklamalar, işinden ekmeğinden olmalar, yerinden yurdundan edilmeler yanında, insanı insan yapan temel hak ve özgürlüklerin ortadan kaldırıldığı, toplumsal travmaların yaratıldığı dönemlerdir.
27 Mayıs 1960 darbesi sonrası ülkenin en özgürlükçü anayasası yapılmış ancak 12 Mart 1971’de bu anayasada özgürlükler açısından ipin ucunun kaçtığı ve topluma bol geldiği söylenerek özgürlükler daraltılmış, 12 Eylül 1980 darbecileri ise sil baştan kendi anayasalarını yapmışlardır.
Peki, darbe dönemlerinde sağlıkla ilgili hangi temel düzenlemeler yürürlüğe konmuştur? Ülkenin yakın tarihinde, sağlık alanında devrim niteliğinde bir sıçramaya yol açan 224 sayılı "Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştirilmesi Hakkında Kanun” 27 Mayıs döneminde kabul edilmiştir. Darbe gerekçesi olan önceki döneminin etkilerini ortadan kaldırmak için reformlar yapılması gerektiğine inanan Milli Birlik Komitesi, sağlık gibi tüm toplumu ilgilendiren bir alanda da hızlı bir başarı elde etmek istemektedir. Bu amaçla, Harvard Üniversitesi’nde eğitim alan ve Dünya Sağlık Örgütü’nde çalışmış Prof. Dr. Nusret Fişek, Sağlık Bakanlığı müsteşarlığına getirilir. Nusret Fişek 10 gün kadar Sağlık Bakanlığı’na da vekalet edecektir. Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştirilmesi Yasası, Milli Birlik Komitesi’nin yasama yetkisinin son günü olan 5 Ocak 1961’de yasalaşır.
Yasayla, koruyucu hekimlik yani bireylerin sağlıklı iken ve henüz hasta olmadan verilen hizmetlerle korunduğu çağdaş yaklaşım, sağlık sisteminin merkezine yerleştirilmiştir. Bu amaçla ana çocuk sağlığı hizmetleri, aşılamalar, çevre sağlığı hizmetleri, bulaşıcı hastalıklarla mücadele, okul sağlığı hizmetleri gibi çok yönlü ve geniş bir hizmet anlayışı benimsenmiştir. “Birinci basamak” olarak tanımlanan hizmetlerin verildiği ve insanların ilk başvuru yaptıkları sağlık kurumu “sağlık ocağı” olarak adlandırılmıştır. Eğitim alanındaki köy enstitülerinin, sağlık alanındaki karşılığı, sağlık ocağı olmuştur. Ortalama 5 bin nüfusa bir sağlık ocağı kurulmak üzere, sosyalleştirme süreci 15 yıl içinde tüm ülkeye yayılıp tamamlanacaktır. Sağlık hizmetlerinin finansmanın genel bütçeden karşılanması nedeniyle, vatandaşın hizmetlerden ücretsiz yararlanacak, sağlık çalışanları da yüksek ücretler alacaktır.
Muş’ta 1963’te açılan ilk sağlık ocağı ile başlatılan sistem, köylülerin tabiriyle “Gökte Allah, yerde Sosyolozo” denilerek önemli ölçüde benimsenmiş ve ülkenin sağlık göstergeleri hızla düzelmeye başlamıştır. Yasada belirtilen ilkelerin çoğunun, sonraki yıllarda Dünya Sağlık Örgütü’nün 1978’de ilan ettiği Alma Ata Bildirgesi’ndeki ilkelerle uyumlu olması da dikkat çekicidir.
Ülkenin sağlık sistemine 40 yıl damgasını vuran ve önemli ölçüde başarı elde edilmesine rağmen, sistem sağ iktidarlar tarafından desteklenmemiş, bir süre sonra da yozlaşmaya terk edilmiştir. Özellikle “sosyalleştirme/sosyalizasyon” sözcüğünün sosyalizmi çağrıştırması bile sorun olmuş ve sistemin mimarı Nusret Fişek: “Herkesin belli standartlardaki sağlık hakkı devletçe garantilenmişse de parasını veren istediği hekime gidebilir, bu nedenle de bunun ‘sosyalizm’ ile alakası yoktur." diyerek savunmuştur. 1965’te müsteşarlık görevinden ayrılan Hacettepe Üniversitesi’ne dönen Nusret Fişek 1983’te emekli olduktan sonra TTB başkanlığına seçilmiş 1990’a kadar bu görevini sürdürmüştür.
12 Mart 1971 darbesinde askerler “teknokratlar hükümeti” kurulmasını istemiş ve Nihat Erim başbakanlığında kurulan kabinede hukukçu Atilla Sav, Çalışma Bakanı olmuştur. Atilla Sav memurlar ve işçilerin sosyal güvenlik sistemleri olan Emekli Sandığı ve SSK’nın yanında esnaflar için de bir sosyal güvenlik sistemi olması gerektiğini düşünmüş ve 9 ay süren bakanlığı döneminde 2 Eylül 1971’de Esnaf ve Sanatkarlar ve Diğer Bağımsız Çalışanlar Sosyal Sigortalar Kurumu (Bağ-Kur) Yasası’nı çıkarmıştır. Bağ-Kur’un kaderi Sosyalleştirme Yasası gibi olmamış, tam tersine sistem desteklenmiş ve artan bir kapsamla sosyal güvenlik şemsiyesi genişlemiştir. Önce malullük, yaşlılık ve ölüm risklerine karşı sosyal güvence sağlanırken, 1986’dan itibaren sağlık sigortası da eklenmiş ve hak sahiplerine dağıtılan sağlık karnesi sayısı 2000’lerde 9.5 milyonu bulmuştur. Yine 1977’de muhtarlar Bağ-Kur kapsamına alınırken, 1979’da ev kadınları, 1984’te çiftçiler isteğe bağlı olarak sisteme dahil edilmiştir. Eksiklerine rağmen Bağ-Kur önemli bir toplumsal gereksinimi karşılamış ve kuruluşundan 35 yıl sonra 2006 yılında Sosyal Güvenlik Kurumu’na devredilmiştir. Bağ-Kur’un mimarı Atilla Sav, 1980-1983 döneminde Türkiye Barolar Birliği başkanlığı yapmıştır.

12 Eylül 1980 darbesinin ikinci Sağlık Bakanı Prof. Dr. Kaya Kılıçturgay döneminde (Aralık 1981-Aralık 1983) gündeme gelen en önemli konulardan biri, 1982 yılında Danışma Meclisi’nde onaylanan ve Milli Güvenlik Konseyi’nce 24 Mayıs 1983’te kabul edilen 2827 sayılı Nüfus Planlaması Hakkında Kanun, namıdiğer “Kürtaj Yasası”dır. Yasa, 10 haftaya kadar olan gebeliklerde, isteğe bağlı kürtajı yasal hale getirmektedir. 10 haftadan sonra da tıbbi veya adli bir gerekçeye dayalı kürtaj yapılabilecektir. Kürtajın yasal olması fikri, elbette darbecilerin bir gecede akıllarına gelmiş bir konu değildi. 1970’lerden beri bu konuda TTB, Türk Jinekoloji Derneği, Türkiye Aile Planlaması Derneği, Üniversiteli Kadınlar Derneği gibi meslek örgütleri ve sivil toplum kuruluşları, kürtajın serbest olması için raporlar düzenleyip hükümetlere önerilerde bulunmuşlardır. 1979’da CHP yasa teklifi verse de kabul edilmemiştir.
Kürtaj Yasası Danışma Kurulu’nda görüşülürken, kürtajın yasak olması yüzünden her yıl 10 binden fazla kadının kendi kendine düşük yapmaya çalışması nedeniyle öldüğü, bir o kadarının da sakat kaldığı söylense de “Türkiye’de fuhuş artacak, bekaretin azizliği eksilecek” ya da “Kadın rahmi yol geçen hanı değildir” veya “Çocuk bir millet için büyük bir güçtür. Çocuk, evlat; tezgâhı yürütecek, sabanı yürütecek, çapayı yapacak...” söylemleri ile yasaya karşı çıkanlar olmuştur. Ancak tasarı Kurul’da kabul edilip 5 darbeci general tarafından da onaylandıktan sonra yürürlüğe girmiştir. Talep, tahmin edilenin çok üzerinde olunca örneğin Zeynep Kamil Doğum Hastanesi’nde günün şanslıları bir süre “kura yöntemi” ile belirlenmiştir. Sonuç olarak kürtajın yasal olması kadın, çocuk ve genel olarak toplum sağlığı açısından çok olumlu etkileri olan önemli bir kazanımdır.
Üç darbenin birbirinden farklılıkları olsa da Sosyalleştirme, Bağ-Kur ve kürtaj yasalarının darbe dönemlerinde çıkması önemli bir tarihsel gerçekliktir. Yaşama hakkına müdahale eden, beden dokunulmazlığını kaldıran ve temel hakları askıya alan felsefesiyle, darbelerin sağlık hakkı, sosyal güvenlik hakkı ve beden dokunulmazlığı hakkı vermesi ironik olmuştur.
Muhtemel nedenlerden biri, tüm darbelerin illegal arka planlarını unutturmak/aklamak için bir başarı öyküsüne ihtiyaç duymalarıdır. Sağlığın, insanların günlük yaşamındaki etkisi ve önemi, sağlık alanını siyasilerde olduğu gibi darbeciler için de müdahaleler açısından çekici kılmıştır. Bu alanda elde edilecek memnuniyet, darbelerin toplumsal kabulü açısından da yeşil ışık anlamına gelebilecektir. Bir başka olasılık, özellikle Bağ-Kur Yasası ve Kürtaj Yasası açısından söylenebilir, oluşan toplumsal talebin bir şekilde darbecileri adım atmaya ikna etmesi/zorlaması da söz konusu olabilir. Üstelik bu iki yasanın özündeki ilkeler, darbenin hedefindeki sol sosyalist geleneğin savunduğu fikirlerden olması da ilginçtir.
Ancak 12 Eylül faşizminin, mevcut kamusal sağlık yapısını çökertip, sağlığın ticarileşmesinin yolunu açması, hekimlere mecburi hizmeti getirmesi, tam gün yasasını kaldırması, hekim emeğini ucuzlatması ve meslek örgütü TTB’yi kapatması gibi uygulamalarla sağlık alanında yarattığı yıkım günümüzde de sürmektedir.
Darbeler döneminde çıkarlan bu üç yasa zaten ülkenin yararı için normalde olması gereken yasalardı. Ama hem darbeler hem de de o dönemde yaşattıkları hukuksuzluk ve insan hakları ihlalleri olmaması gereken, ülkenin gelişmesini, refahını ve demokratikleşmesini baltalayan ve hesap sorulması gereken ağır suçlardır. Hekimler bu konuda doğru tanıyı koydular: Darbeler sağlığa zararlıdır!
 

Benzer konular

Geri
Üst Alt