Bir zamanlar karadut ağacının yemişleri kar gibi beyazdı. O dutlar ansızın renk değiştirdi… Garip olduğu kadar üzücüdür bu öykü. Gencecik iki sevgilinin ölümünü anlatır.
Doğu ülkelerinin en güzel kızı Thisbe ile en yakışıklı delikanlısı Pyramus, Semiramis’in ülkesi Babylon’da yaşarlardı; evleri birbirine o kadar yakındı ki, birinin duvarı aynı zamanda ötekinin de duvarıydı.
Komşulukları zamanla aşka dönüştü. Evlenmek istediler, anne ve babaları bırakmadı. Ama aşk yasak tanır mı hiç? Pyramus ile Thisbe’nin evlerini ayıran duvarda ufacık bir delik vardı.
İki sevgili geceleri birbirleriyle o delikten konuşurdu. Karanlıkta dudaklarını deliğe dayıyor, bir taraftan diğer tarafa öpücükler gönderiyorlardı. Sabaha kadar, şafak yıldızları söndürüp de günün ilk ışıkları çimenlerdeki çiği kurutuncaya kadar, birbirlerine aşklarını fısıldıyorlardı.
Sonunda artık bu duruma dayanamaz oldular. Bir gece kaçmaya karar verdiler. Ninos’un Mezarı yanındaki bir dut ağacının altında buluşacaklardı.
O gün içleri içlerine sığmadı. Thisbe güneş batınca, evden kaçıp mezara geldi. Fakat Pyramus ortalarda yoktu. Genç kız, sevgilisini beklerken ansızın bir kükreme duydu. Arkasına bakınca ay ışığında bir dişi aslanın durduğunu gördü.
Aslanın ağzı kanlıydı, mezarın yanındaki kaynaktan su içmeye geliyordu. Thisbe büyük bir korkuyla kaçtı, kaçarken de sırtındaki örtüyü düşürdü. Aslan gelip örtüyü parçaladı, sonra dönüp ormana gitti.
Bir süre sonra Pyramus geldi. O da ne? Yerde Thisbe’nin örtüsü vardı ve kanlar içindeydi. Bir kuşku kapladı delikanlının yüreğini, aslanın yerdeki ayak izlerini görünce de bu kuşku büyük bir üzüntüye anlatılmaz bir yasa dönüştü.
Kendisinin yüzündendi işte, daha önce gelip sevgilisini tehlikelere karşı koruyamamıştı. Örtüyü aldı eline: “Seni ben öldürdüm,” dedi. Kılıcını çekip dut ağacının yanına gitti. Kılıcı bütün gücüyle göğsüne sapladı. Fışkıran kanlar ağaçtaki dutları kızıla boyadı.
Aslandan korkup kaçan Thisbe, sevgilisini bekletmemek için mezar taşına döndü. Beyaz dut ağacını aradı ama bulamadı. Bir karadut ağacı vardı orda. Önce yanıldığını sandı ama gözleri yerde yatan Pyramus’a ilişince bir anda büyük üzüntüyle sevgilisinin kollarına attı kendini. Uzun uzun dudaklarından öptü. “Ben geldim, Pyramus,” diye bağırdı. Pyramus bin güçlükle gözlerini açıp son bir kere baktı Thisbe’ye… Sonra ölüm geldi, gözkapaklarını kapadı. Pyramus’un kanı dut ağacının meyvelerine Thisbe’nin gözyaşları ise o ağacın yapraklarına aktı.
Thisbe kılıcı aldı eline: “Benim için öldürdün kendini, ama ben cesurum, benim de içim aşkla dolu. Ancak ölüm ayırabilirdi bizi; oysa şimdi o birleştirecek.” Diyerek Pyramus’un kanı kurumamış olan kılıcını göğsüne sapladı.
Anne, babaları ve Tanrılar acıdı iki sevgiliye. Ölülerini yakıp küllerini bir kaba koydular. Tanrılar onların anısını sürdürmek için bütün ülkelerde karadut ağacı yetiştirdi.
Karadut meyvesinin lekesi bu yüzden çıkmazmış. O lekeyi temizleyecek tek şey ise o ağacın yapraklarıymış.
Doğu ülkelerinin en güzel kızı Thisbe ile en yakışıklı delikanlısı Pyramus, Semiramis’in ülkesi Babylon’da yaşarlardı; evleri birbirine o kadar yakındı ki, birinin duvarı aynı zamanda ötekinin de duvarıydı.
Komşulukları zamanla aşka dönüştü. Evlenmek istediler, anne ve babaları bırakmadı. Ama aşk yasak tanır mı hiç? Pyramus ile Thisbe’nin evlerini ayıran duvarda ufacık bir delik vardı.
İki sevgili geceleri birbirleriyle o delikten konuşurdu. Karanlıkta dudaklarını deliğe dayıyor, bir taraftan diğer tarafa öpücükler gönderiyorlardı. Sabaha kadar, şafak yıldızları söndürüp de günün ilk ışıkları çimenlerdeki çiği kurutuncaya kadar, birbirlerine aşklarını fısıldıyorlardı.
Sonunda artık bu duruma dayanamaz oldular. Bir gece kaçmaya karar verdiler. Ninos’un Mezarı yanındaki bir dut ağacının altında buluşacaklardı.
O gün içleri içlerine sığmadı. Thisbe güneş batınca, evden kaçıp mezara geldi. Fakat Pyramus ortalarda yoktu. Genç kız, sevgilisini beklerken ansızın bir kükreme duydu. Arkasına bakınca ay ışığında bir dişi aslanın durduğunu gördü.
Aslanın ağzı kanlıydı, mezarın yanındaki kaynaktan su içmeye geliyordu. Thisbe büyük bir korkuyla kaçtı, kaçarken de sırtındaki örtüyü düşürdü. Aslan gelip örtüyü parçaladı, sonra dönüp ormana gitti.
Bir süre sonra Pyramus geldi. O da ne? Yerde Thisbe’nin örtüsü vardı ve kanlar içindeydi. Bir kuşku kapladı delikanlının yüreğini, aslanın yerdeki ayak izlerini görünce de bu kuşku büyük bir üzüntüye anlatılmaz bir yasa dönüştü.
Kendisinin yüzündendi işte, daha önce gelip sevgilisini tehlikelere karşı koruyamamıştı. Örtüyü aldı eline: “Seni ben öldürdüm,” dedi. Kılıcını çekip dut ağacının yanına gitti. Kılıcı bütün gücüyle göğsüne sapladı. Fışkıran kanlar ağaçtaki dutları kızıla boyadı.
Aslandan korkup kaçan Thisbe, sevgilisini bekletmemek için mezar taşına döndü. Beyaz dut ağacını aradı ama bulamadı. Bir karadut ağacı vardı orda. Önce yanıldığını sandı ama gözleri yerde yatan Pyramus’a ilişince bir anda büyük üzüntüyle sevgilisinin kollarına attı kendini. Uzun uzun dudaklarından öptü. “Ben geldim, Pyramus,” diye bağırdı. Pyramus bin güçlükle gözlerini açıp son bir kere baktı Thisbe’ye… Sonra ölüm geldi, gözkapaklarını kapadı. Pyramus’un kanı dut ağacının meyvelerine Thisbe’nin gözyaşları ise o ağacın yapraklarına aktı.
Thisbe kılıcı aldı eline: “Benim için öldürdün kendini, ama ben cesurum, benim de içim aşkla dolu. Ancak ölüm ayırabilirdi bizi; oysa şimdi o birleştirecek.” Diyerek Pyramus’un kanı kurumamış olan kılıcını göğsüne sapladı.
Anne, babaları ve Tanrılar acıdı iki sevgiliye. Ölülerini yakıp küllerini bir kaba koydular. Tanrılar onların anısını sürdürmek için bütün ülkelerde karadut ağacı yetiştirdi.
Karadut meyvesinin lekesi bu yüzden çıkmazmış. O lekeyi temizleyecek tek şey ise o ağacın yapraklarıymış.