- Katılım
- 4 yıl 1 ay 23 gün
- Mesajlar
- 25,592
- Tepkime puanı
- 8,841
- Yaş
- 35
- Konum
- Memed' Home
- Web sitesi
- forummeskeni.com
- İsim
- CHRS
- Memleket
- Neresi?
- Meslek
- IzdırapÇI
- Cinsiyet
- Medeni Hal
Pek tabiî, Schopenhauer ve Nietzsche’yi basit birer “kadın düşmanı” ya da “kuyruk acısı olan erkekler” olarak nitelemek sosyolojik olarak oldukça kullanışlıdır; lâkin şöylesi düşünmek, klâsik felsefî eğilimlerimiz dolayısıyla pek güç gelecektir: Schopenhauer’un ve Nietzsche’nin doğuştancılığın felsefî otoritesine indirdikleri darbe, “kadın”ı ve “erkek”i doğuştan rollere bürüyen toplumsal akla bir itiraz sayılmalıdır.
Klâsik bir felsefe okuru, −oldukça haklı olarak− Sokrates’i, Platon’u, Aristoteles’i ve Kant’ı ya da –oldukça haksız olarak− Schopenhauer’u, Nietzsche’yi (ve hattâ Kierkegaard’yu) birer “kadın düşmanı” olarak okumakta ısrar eder. Bu ısrarlı okuma, bazı coğrafyalarda sosyolojik bir mevzi kazanmıştır (bkz; üzerinde yaşadığımız coğrafyada, geçen sene 409 kadın katledilmiş, 332 kadın cinsel şiddete maruz kalmıştır*). Lâkin bu sosyolojik motivasyonun ve eğilimin ötesinde, Nietzsche ve Schopenhauer’un felsefî duruşlarının tarihsel analizinin yanlış yapılıyor olması, klâsik bir ön yargıyı besler. Bu ön yargı neticesinde ise, varoluşçu felsefenin yapı taşları ve saygın öncüleri olan Schopenhauer ve Nietzsche’nin, kadını “doğuştan aşağı bir varlık” olarak tasarladıklarını düşünecek denli felsefî bir garabetin içerisinde buluruz kendimizi. Oysaki durum, belki de tam tersi şekildedir; Nietzsche ve Schopenhauer bugün üzerinde tepindiğimiz feminizmin görünmez öncüleridir.
Antik Grek felsefesinde, Sokrates, Platon ve Aristoteles, kendi felsefe sistemlerinin talihsiz bir neticesi olarak (ve elbette Antik Grek’in genel sosyolojik durumuyla da örtüşecek şekilde), kadını “varoluşu itibari ile bayağı” olarak tasarlamışlardır. Öyle ki kadınlar; bu türden felsefelerde (bu türden felsefeler diyorum, çünkü bu yaygın bir felsefe tipidir, sistem neticesinde “şâir” bir şarlatan, “kadın” ise bir aşağı-varlık olarak bellenebilir), köleler ile birlikte toplum hiyerarşisinin en aşağısında yer alırlar ve dâhi “yurttaş” bile sayılmazlar. Modern dönemde ise tam bir Platonik olan Kant’ın fikirleri de, bu konuda çok “Aydınlanmacı” sayılmaz! Gel gelelim, ne Sokrates’in ne Platon’un ne Aristoteles’in ne de Kant’ın “kadın”a dair söylemleri, Nietzsche’nin ya da Schopenhauer’un söylemleri kadar “yaralayıcı” değildir ya da çoğu o zaman bu filozofların “kadın”a dair fikirleri mevzubahis bile yapılmaz. Çünkü söz konusu filozoflar, bu konudan bahsetmek konusunda çok da iştahlı değillerdir, bu konu onlar için pek de bahse değer bulunmaz. Zirâ onların çok daha mühim dertleri vardır; İdealar Âlemi, Summum Bonum, Evrensel Ahlak Yasası ya da Noumena gibi…
Gel gelelim, 19’uncu yüzyıl bütün yönleriyle bir “yüzleşme” yüzyılıdır. Ahlak yasaları, erdemler, inançlar, evren hakkındaki yüce hakikatler, öte evrenler ya da pek çoğundan tanrılar, tanrılarımız… Hattâ diyebiliriz ki bu yüzyıl, şeytan olmayı göze alabilmişlerin, Nietzsche’nin, Schopenhauer’un, Kierkegaard’nun, Rimbaud’nun, Darwin’in yâhût (belki kötü bir örnek olarak) Marx’ın yüzyılıdır. Nietzsche’nin ünlü deyişi ile “değerlerin yeniden değerlendirilmesi” hadisesi, birçok konuda insanlık tarihinin tüm öfke ve nefretini bu tarihsel kişiliklerin üzerinde toplar. Bu hâlde, toplumsal cinsiyet de, bir ahlakî mesele olarak bu yüzleşmenin bir parçası ve meselesidir. Nietzsche ve Schopenhauer’un sık sık “kadın”ı işaret eden ve azdırıcı şekilde tekrar eden nefret ve öfke dolu söylemleri, bir felsefî sistemin parçası değildir. Bu, tarihsel bir dikkat kesilmedir. Velev ki bu, kadına yöneltilmiş “varoluşsal bir ok” değil, yeryüzünde var olan kadını tarihsel olarak sarsma girişimidir.
Pek tabiî, Schopenhauer ve Nietzsche’yi basit birer “kadın düşmanı” ya da “kuyruk acısı olan erkekler” olarak nitelemek sosyolojik olarak oldukça kullanışlıdır; lâkin şöylesi düşünmek, klâsik felsefî eğilimlerimiz dolayısıyla pek güç gelecektir: Schopenhauer’un ve Nietzsche’nin (elbette Kierkegaard da yine dâhil edilmelidir) doğuştancılığın felsefî otoritesine indirdikleri darbe (elbette bu filozoflara yekten “varoloşçu filozoflar” demek pek mümkün değildir), “kadın”ı ve “erkek”i doğuştan rollere bürüyen toplumsal akla bir itiraz sayılmalıdır. Asırların yerleşik algısı olarak “kadın” ve “erkek” tabiatlarının bir hiyerarşik düzen oluşturması fikrinin yıkımı, ancak ve ancak bu “değer-yıkım” felsefeleri ile mümkün olabilecektir.
Gel gelelim öyle de olmuştur: Feminist hareketin tarihsel kanının aktığı yer olan, Simone de Beauvoir’nın “varoluşçu feminizm”i (bkz: “Kadın doğulmaz, kadın olunur”) 19’uncu yüzyılın yıkıntıları arasından yeşermiştir. Beauvoir’nın, özgün feminizmini üzerine oturttuğu temel, şaşkınlık verici biçimde oldukça Nietzscheyen görünmektedir. “Kadın” ya da “erkek” olsun, doğuştan bir beceriye, bir niteliğe, bir aidiyete ya da bir ayrıcalığa sahip olmadığı gibi, doğuşu itibariyle bir toplumsal role/konumlanışa da talip değildir. Bu konuda bir üst belirlenim (örneğin Tanrı, örneğin şeylerin üst idealleri) de mevcut değildir, her ne devinim oluyor ise, o devinimin kaynağı yine devinen şeyin kendisindedir.
Ezcümle; Nietzsche’nin Salomé ile yaşadığı hayal kırıklığı ve ilk gençliğini beş kadınla aynı evde geçirmesi ya da Schopenhauer’un gençliğinde yaşadığı hayal kırıklığı ve aşk acısı; onların tepkisel felsefelerinde bir öfkeye dönüşmüş görünür; bu reddedilemeyecek kadar içtendir. Fakat soğukkanlılıkla tespit edilmelidir ki; bu öfke “ilkesel” değildir. Velev ki bu öfke “yönelmiş” dahi değildir. Gel gelelim bu da zaten bir “aklama” girişimi değildir, tarihsel olan hiçbir şey bütünüyle ak ya da bütünüyle kara değildir…
Hölderlin yurdunuz, Tagore göğünüz,
Camus yâr, Nietzsche yardımcınız olsun.
Klâsik bir felsefe okuru, −oldukça haklı olarak− Sokrates’i, Platon’u, Aristoteles’i ve Kant’ı ya da –oldukça haksız olarak− Schopenhauer’u, Nietzsche’yi (ve hattâ Kierkegaard’yu) birer “kadın düşmanı” olarak okumakta ısrar eder. Bu ısrarlı okuma, bazı coğrafyalarda sosyolojik bir mevzi kazanmıştır (bkz; üzerinde yaşadığımız coğrafyada, geçen sene 409 kadın katledilmiş, 332 kadın cinsel şiddete maruz kalmıştır*). Lâkin bu sosyolojik motivasyonun ve eğilimin ötesinde, Nietzsche ve Schopenhauer’un felsefî duruşlarının tarihsel analizinin yanlış yapılıyor olması, klâsik bir ön yargıyı besler. Bu ön yargı neticesinde ise, varoluşçu felsefenin yapı taşları ve saygın öncüleri olan Schopenhauer ve Nietzsche’nin, kadını “doğuştan aşağı bir varlık” olarak tasarladıklarını düşünecek denli felsefî bir garabetin içerisinde buluruz kendimizi. Oysaki durum, belki de tam tersi şekildedir; Nietzsche ve Schopenhauer bugün üzerinde tepindiğimiz feminizmin görünmez öncüleridir.
Antik Grek felsefesinde, Sokrates, Platon ve Aristoteles, kendi felsefe sistemlerinin talihsiz bir neticesi olarak (ve elbette Antik Grek’in genel sosyolojik durumuyla da örtüşecek şekilde), kadını “varoluşu itibari ile bayağı” olarak tasarlamışlardır. Öyle ki kadınlar; bu türden felsefelerde (bu türden felsefeler diyorum, çünkü bu yaygın bir felsefe tipidir, sistem neticesinde “şâir” bir şarlatan, “kadın” ise bir aşağı-varlık olarak bellenebilir), köleler ile birlikte toplum hiyerarşisinin en aşağısında yer alırlar ve dâhi “yurttaş” bile sayılmazlar. Modern dönemde ise tam bir Platonik olan Kant’ın fikirleri de, bu konuda çok “Aydınlanmacı” sayılmaz! Gel gelelim, ne Sokrates’in ne Platon’un ne Aristoteles’in ne de Kant’ın “kadın”a dair söylemleri, Nietzsche’nin ya da Schopenhauer’un söylemleri kadar “yaralayıcı” değildir ya da çoğu o zaman bu filozofların “kadın”a dair fikirleri mevzubahis bile yapılmaz. Çünkü söz konusu filozoflar, bu konudan bahsetmek konusunda çok da iştahlı değillerdir, bu konu onlar için pek de bahse değer bulunmaz. Zirâ onların çok daha mühim dertleri vardır; İdealar Âlemi, Summum Bonum, Evrensel Ahlak Yasası ya da Noumena gibi…
Gel gelelim, 19’uncu yüzyıl bütün yönleriyle bir “yüzleşme” yüzyılıdır. Ahlak yasaları, erdemler, inançlar, evren hakkındaki yüce hakikatler, öte evrenler ya da pek çoğundan tanrılar, tanrılarımız… Hattâ diyebiliriz ki bu yüzyıl, şeytan olmayı göze alabilmişlerin, Nietzsche’nin, Schopenhauer’un, Kierkegaard’nun, Rimbaud’nun, Darwin’in yâhût (belki kötü bir örnek olarak) Marx’ın yüzyılıdır. Nietzsche’nin ünlü deyişi ile “değerlerin yeniden değerlendirilmesi” hadisesi, birçok konuda insanlık tarihinin tüm öfke ve nefretini bu tarihsel kişiliklerin üzerinde toplar. Bu hâlde, toplumsal cinsiyet de, bir ahlakî mesele olarak bu yüzleşmenin bir parçası ve meselesidir. Nietzsche ve Schopenhauer’un sık sık “kadın”ı işaret eden ve azdırıcı şekilde tekrar eden nefret ve öfke dolu söylemleri, bir felsefî sistemin parçası değildir. Bu, tarihsel bir dikkat kesilmedir. Velev ki bu, kadına yöneltilmiş “varoluşsal bir ok” değil, yeryüzünde var olan kadını tarihsel olarak sarsma girişimidir.
Pek tabiî, Schopenhauer ve Nietzsche’yi basit birer “kadın düşmanı” ya da “kuyruk acısı olan erkekler” olarak nitelemek sosyolojik olarak oldukça kullanışlıdır; lâkin şöylesi düşünmek, klâsik felsefî eğilimlerimiz dolayısıyla pek güç gelecektir: Schopenhauer’un ve Nietzsche’nin (elbette Kierkegaard da yine dâhil edilmelidir) doğuştancılığın felsefî otoritesine indirdikleri darbe (elbette bu filozoflara yekten “varoloşçu filozoflar” demek pek mümkün değildir), “kadın”ı ve “erkek”i doğuştan rollere bürüyen toplumsal akla bir itiraz sayılmalıdır. Asırların yerleşik algısı olarak “kadın” ve “erkek” tabiatlarının bir hiyerarşik düzen oluşturması fikrinin yıkımı, ancak ve ancak bu “değer-yıkım” felsefeleri ile mümkün olabilecektir.
Gel gelelim öyle de olmuştur: Feminist hareketin tarihsel kanının aktığı yer olan, Simone de Beauvoir’nın “varoluşçu feminizm”i (bkz: “Kadın doğulmaz, kadın olunur”) 19’uncu yüzyılın yıkıntıları arasından yeşermiştir. Beauvoir’nın, özgün feminizmini üzerine oturttuğu temel, şaşkınlık verici biçimde oldukça Nietzscheyen görünmektedir. “Kadın” ya da “erkek” olsun, doğuştan bir beceriye, bir niteliğe, bir aidiyete ya da bir ayrıcalığa sahip olmadığı gibi, doğuşu itibariyle bir toplumsal role/konumlanışa da talip değildir. Bu konuda bir üst belirlenim (örneğin Tanrı, örneğin şeylerin üst idealleri) de mevcut değildir, her ne devinim oluyor ise, o devinimin kaynağı yine devinen şeyin kendisindedir.
Ezcümle; Nietzsche’nin Salomé ile yaşadığı hayal kırıklığı ve ilk gençliğini beş kadınla aynı evde geçirmesi ya da Schopenhauer’un gençliğinde yaşadığı hayal kırıklığı ve aşk acısı; onların tepkisel felsefelerinde bir öfkeye dönüşmüş görünür; bu reddedilemeyecek kadar içtendir. Fakat soğukkanlılıkla tespit edilmelidir ki; bu öfke “ilkesel” değildir. Velev ki bu öfke “yönelmiş” dahi değildir. Gel gelelim bu da zaten bir “aklama” girişimi değildir, tarihsel olan hiçbir şey bütünüyle ak ya da bütünüyle kara değildir…
Hölderlin yurdunuz, Tagore göğünüz,
Camus yâr, Nietzsche yardımcınız olsun.