İnsan ve Doğa İlişkisi: Rakip mi, Parça mı?

Charismax

Copyright @ Charismax
Katılım
3 yıl 8 ay 21 gün
Mesajlar
25,271
Tepkime puanı
8,718
Yaş
35
Konum
Memed' Home
İsim
CHRS
Memleket
Neresi?
Meslek
IzdırapÇI
Cinsiyet
vtEvVy
Medeni Hal
İnsan ve Doğa İlişkisi: Rakip mi, Parça mı?

İnsan ve doğa arasındaki ilişkinin tarihi, tarihin kendisi kadar köklü-eski bir ilişkidir. İnsan mecburi bir biçimde bir doğa’nın içine doğar. Bu ilişkinin nasıl olacağı sorusu, bugün, her zamankinden daha önemli bir soru gibi görünmektedir hepimiz için. Zira hepimizin bir parçası olduğumuz gezegenin durumu, bu soruyu çok önemli bir düzeye getirmektedir. İklim, ormanlar, doğal yaşam, kentsel kirlilik… hepsi çok acil bir şekilde alarm vermektedir. Bu yazıda insan ve doğa arasındaki ilişkinin yapısına odaklanmaya çalışalım.

Doğa insan için her zaman büyük bir gizem ve merak kaynağı olmuştur. Antik Yunan’da Felsefenin başlangıcındaki isimlerin de aslında bugün bilinen anlamda “doğa filozofları” olarak adlandırılması buna bir kanıttır. Doğa, felsefi merakı sürekli kamçılamaktadır. Erken dönemlerinde felsefe ve doğa üzerine düşünmek neredeyse bir ve aynı şeydir. Doğa’nın ne’liği, nasıl işlediği gibi sorular, felsefenin gelişimiyle eş zamanlı olarak gelişen sorulardır denilebilir. Doğa üzerine isabetli sorular sormak filozofça bir tavrı da ortaya çıkarmaktadır. Onunla ilişkilenme biçimlerimiz de insanın insanlığına dair pek çok şeyi doğrudan ortaya sermektedir.

Bu arka plan ile birlikte düşündüğümüzde, 18.yüzyıl ve 19.yüzyıl’ın doğa kavramı etrafında belki de en özgün ismi olan ve bu yıl doğumunun 250.yılı kutlanacak Alexander von Humboldt’un (1769-1859) doğaya bakışındaki özgünlük, bugün çeşitli sorunlar karşısındaki insanlara kıymetli çeşitli imkânlar sunmaktadır. O bu alanın hem kurucu merkezi bir ismi, hem de büyük bir ilham kaynağıdır. Humboldt’un uzun hayatına, araştırmalarına, doğaya olan büyük tutkusuna odaklanan Andrea Wulf’un Doğanın Keşfi kitabı bize bütün bunları ayrıntılarıyla göstermektedir.

Humboldt bir Aydınlanma Çağı çocuğu olarak, insanın dünyada üzerindeki konumunu araştırırken, yolu kaçınılmaz olarak doğa’ya çıkıyordu. Bu ikisini birbirinden ayırmak neredeyse imkânsız bir şey gibi görünmektedir nitekim. İnsan ile doğa birbirinin iç içe geçmiş halleriydiler. Tutkuyla peşine düştüğü doğa, onun, döneminde gitmenin çok zor olduğu Güney Amerika’ya kadar gitmesini sağlamıştı. Dönemin siyasilerinin kendisine danıştığı, büyük bir kaşif, büyük bir doğa hayranıydı Humboldt. Kıtanın coğrafyasından bitki örtüsüne, hayvanlarından yerli insanlarına değin detaylı araştırmaları, onun tam 5 yılını bu doğa güzelliği kıtada geçirmesini gerektirmişti.

Humboldt her şeyde önce doğanın bir “bütünlük”te olduğuna, her bir parçasının, bir diğeri ile olan esaslı ilişkisine vurgu yapmaktadır. Bu bugün artık canlılık ekosistemi denilen şeye denk gelmektedir ve bu fikrin temeldeki kaynaklarından biri Humboldt’tur. Bu adlandırmada Humboldt’un katkısı çok büyüktür. Doğa, insanı da kapsayan bir bütünlüktür. Humboldt’un kendi cümleleriyle aktarırsa, “doğa, özgürlüğün etki alanıdır” hatta aynı zamanda.

İnsanın doğaya her istediğini yapabilecek bir efendisi gibi davranması büyük bir yanılgı oluşturmaktadır. Bilinmeyen şeyden öte, dünyanın bilinebilir bir yapıda olduğu fikri ile şekillenen rasyonel dünya görüşü, bunu doğaya da uygulamak durumunda değildir. Bu efendilik zannı, doğanın, haliyle insanın da sonuna doğru bir gidiştir. Sözgelimi bir ülkenin orman ekosistemindeki köklü değişiklik (buna “yıkım/kıyım” da denilebilir), iklimde de değişmelere sebep olacak, böylece insan hayatı da bundan doğrudan etkilenecektir. Bu durumda “efendi” kavramı kullanılacaksa, o yalnızca doğa olabilecektir. Bu efendilik, hepimizin ona bağımlı olmamız anlamındadır. Haliyle doğa’nın merkezinde insan yoktur, doğanın merkezinde doğanın kendi ilişkileri vardır. Bunu bugün güçlü bir biçimde anımsamakta fayda olduğunu, yüzümüzü döndüğümüz her yerde görebilmekteyiz.

Doğa ile insan hayatı arasındaki ilişki, çok çeşitli dürtülerle bir rekabet ilişkisi formuna girerse de, bu büyük zararlar doğurabilir potansiyeldedir. Kuşkusuz çeşitli biçimlerde hayatı devam ettirebilmek, doğa ile bir anlamda uyumlu olmayı, yeri geldiğinde makul değişiklikler yapmayı gerektirir. Ancak bu değişikliğin derecesi, onu bozmak ya da uyum arasındaki farkı da oluşturmaktadır. Köklü değişimlere sebebiyet vermeden doğadan ilhamla hayatın devamını sağlamak gerekmekte, bu noktada ölçülü olmak norm haline gelmek durumundadır.
Bu anlamda doğa ve insanın adeta birlikte hareket ederek mutlu bir toplum olabilmesinin bir yolu da, sömürü ilişkilerinin ortadan kaldırılmasına bağlıdır. Toprağın, suyun, çevrenin sömürülmesi, doğrudan ve dolaylı sorunlar ortaya çıkarmaktadır bütün bir insanlık için. Sorunlar da elbette mutluluk üretmezler. Bir bütünlüklü sistem olarak doğanın olağan akışının bozulması, her bir insanın hayatının olağan akışının da bozulmasına sebebiyet vermektedir.

“Doğal afet” tanımlaması da bu anlamda doğa kavramının kötü bir kullanımıdır. Dere yatağında evler yığını yapan akıl ya da iklim felaketlerine yol açan ekonomik modeller “afet” değilse, düzeninin dışsal faktörlerle bozulmaya çalışıldığı doğa hiçbir şekilde bir afet kaynağı değildir. “Afet” denilen şeyler, doğa’nın aklını ve işleyişini keşfedip kavrayamamak kaynaklı, insanın neden olduğu hatalardır. Sorun doğanın işleyişinde değil, o işleyişin hem engeli hem de bozucusu durumundaki işleyen akıldadır denilebilir.

Sonuçta doğa’ya baktığı zaman ne efendi ne de köle değil, bir bütünlüklü sistem bakışı, doğayı/insanı ufukta görünen felaketlerden kurtarabilecek biricik yol gibi görünmektedir. Aksini merkeze alan her iddia, yıkıcı bir saldırganlıkla, doğaya karşı mahvedeci hareketler olacaktır.

Andrea Wulf yukarıda adı geçen kitabının sonsözünde “Humboldt’un toplumsal, ekonomik ve politik konuların yakinen çevresel sorunlara bağlı olduğuna dair anlayışı oldukça güçlü şekilde gündemde kalmaktadır” demektedir. Bu cümledeki esas nokta, bugün, insanın doğayla bir rakiplik ilişkisi değil, parça ilişkisi ile hareket etmesinin zorunlu olduğunu göstermektedir. Ayrıca “doğa”ya yapılanların insan-sistem kaynaklı sorunlar ürettiğine yönelik de güçlü bir vurgudur. Doğa ile sürekli olarak savaş halinde olan bir yıkım sistemi kendini yeniden üretmektedir. Doğa’yı korumak, insanlığın da bilinen biçimiyle devam edebilmesi için, insan-sistem kaynaklı saldırganlıkları radikal bir biçimde azaltmakla (sonra tamamen ortadan kaldırmakla) mümkün olabilir uyarısını dolaylı bir biçimde yapmaktadır. İnsanlara biz insanlar olarak doğa’nın bir parçası olduğumuz fikrini de, güçlü bir tonda tekrar tekrar anımsatmakta da büyük bir fayda vardır.
 
Geri
Üst Alt