Hidayate Ermek için Ne Yapmalıyız

Katılım
3 yıl 7 ay 19 gün
Mesajlar
5,534
Tepkime puanı
1,099
Yaş
27
Konum
İzmir/35
Memleket
İzmir
Meslek
Grafiker
Cinsiyet
bPg20e
Medeni Hal
Hidayate Ermek için Ne Yapmalıyız

Allah'ın kula hidayet etmesi için kulun ne yapması lazım gelir ?

Hidayet, kulun iradesini kullanmasından sonra, Allahın o kulun kalbine koyduğu bir nurdur.

Hayır ve şerrin Allah'tan olması cihetiyle, insanları hidayete erdiren ve dalalete düşüren ancak o'dur. İnsanlar birbirinin hidayet ve dalaletine sadece sebep olurlar. Hidayet ve dalaleti Cenab-ı Hakk'ın yaratmasını yanlış anlayan bazı kimseler, “hidayet Allah'tandır, o nasip etmedikten sonra insan doğru yola giremez” diyerek, hem başkalarını ikaz ve irşat etme yolunu kapatmakta, hem de kendilerini kusurlarında mazur göstermek istemektedirler.

önce şunu belirtelim. Cenab-ı Hakk'ın dilediğine hidayet buyurması caizdir. İnsanları saadete erdiren ve şekavete düşüren ancak o dur. Lakin yüce rabbimizin bir kulunda dalalet yaratması, o kulun kendi cüz'i iradesini kötüye kullanması sebebiyledir. Yoksa, kul kendi kabiliyetini dalalet yoluna yöneltmedikçe, Cenab-ı hak onu o yola sevk etmez.

Aynı durum hidayet için de söz konusudur. Nasıl ki insan rızık için gerekli bütün teşebbüsleri yaptıktan ve sebeplere tevessül ettikten sonra neticeyi Allah'tan bekler. Zira Rezzak (rızık verici) ancak o'dur. Sebepleri mükemmel bir şekilde yerine getirmekle rızkı elde etmeğe muhakkak gözüyle bakamaz. Aynen öyle de bir kimseye Allah'ın emir ve yasaklarını en güzel bir şekilde tebliğ eden insan, neticeye kesin gözüyle bakamaz. Zira, hadi (hidayete erdirici) ancak o'dur. Allah'ın dilediğine hidayet vermesi ise, hidayet şartlarına riayet eden kimseye, dilerse hidayet vermesi demektir. Yoksa, “hidayet için gerekli hiçbir sebebe riayetin gerekmediği” manasına gelmez. Bu düşünce tarzı rızık misalinde, tarlaya tohum ekmeden mahsul beklemeğe benzer.

Bu noktada bir hususun açıklanması gerekmektedir. Tarlasına tohum ekemeyen kimsenin mahsul alamayacağı kesindir. Her sebebe hakkıyla riayet eden kimse ise yüzde doksan dokuz ihtimalle mahsule kavuşur. Yüzde bir ihtimal ile dolu, sel, kuraklık gibi bir musibet söz konusu olabilir. İşte, az da olsa netice alamama ihtimalinin bulunması insanın dergah-ı ilahiye ye iltica etmesi ve o'na yalvarması hikmetine binaendir. Bu misal ile izah ettiğimiz hakikat, hidayet meselesi için de söz konusudur.

Hidayet Allah'ın elinde ise, dalalete gidenlerin suçu ne?

Hidayet: “doğru yolu göstermek. İrşat etmek. Rehberlik yapmak, hakkı hak, batılı batıl görüp doğru yola girmek, batıldan ve dalaletten uzaklaşmak.”

Geçenlerde yanıma iki genç geldi. Arkadaşlarıyla yaptıkları bir münakaşadan söz ederek bana bir soru sordular. Soru kadere dairdi. Yine aynı dar düşünce ve yine aynı kısır çekişme... Zihin bulandırmayı meslek edinen ve bulanık suda balık avlamak isteyenler, yine cehalet postuna bürünmüşler, yine kasıtlarını gizlemeyi ustaca başarmışlar ve işte bu iki gencin kafalarını iyice karıştırmışlardı. Nereden duymuşlar, kimden öğrenmişlerse, kur'an-ı kerim'de, Allah'ın dilediğini hidayete (doğru yola) erdirip, dilediğini dalalete (sapıklığa) düşürdüğüne dair ayetler bulunduğundan söz etmişler ve insan iradesini inkara kalkışmışlardı.
Tuhaf bir tablo ile karşı karşıyaydım. Şöyle ki, bu adamlar şu gençlerin zihinlerini bulandırmak, fikirlerini çelmek için uygun bir zemin aramışlar, sözü dolaştırıp kader bahsine getirmişler, bütün bunları iradeleri ile bir plan dahilinde sinsice gerçekleştirmişler ve sonunda utanmadan ve sıkılmadan insan iradesini inkara kalkışmış, günah ve isyanlarda insanın bir suçu olmadığını iddiaya cüret edebilmişlerdi.

Ben, kendi dediğine kendisi dahi inanmayan bu kişileri bir tarafa bırakıp, konuyu bir ilmi atmosferde incelemek istiyorum. Sorunun tahlilini biraz geciktirerek, önce bu ve benzeri sorular karşısında mü'mine düşen göreve kısaca temas edeceğim.

Elinize kur'an-ı kerim'i alınız. “Allah'ın hidayeti ve dalaleti dilediği kimseye verdiğine” dair bütün ayetleri birer birer bulunuz. Her ayetin geçtiği surenin baş tarafına doğru yaprakları çeviriniz. Surenin başına vardığınızda karşınıza her defasında “besmele”nin çıktığını göreceksiniz. Bildiğiniz gibi “besmele”de üç ilahi isim zikredilmiş: Allah, rahman ve rahim. Birçok alimlerimiz Allah isminin ism-i azam olduğunu ifade buyurmuşlar. Allah, ism-i azam... Yani bütün isimler bu isim içinde dahil... Şöyle ki, Allah rahmandır, rahimdir, kadirdir, kahhar'dır, rezzak'tır ve hakeza... Şu noktaya dikkatinizi çekmek isterim: acaba niçin Allah isminden sonra kahhar, cebbar, aziz gibi celal ve kibriya ifade eden isimler değil de, rahman ve rahim isimleri zikredilmiş? Bu soru ile birlikte zihninizde hemen bir kutsi hadis şimşek gibi çakar: “rahmetim gazabımı geçti”

Bir müslüman, kur'an'ın hangi suresini okursa okusun, bu hakikati unutmayacak, o surede ilahi lütuflardan bahsediliyorsa, rahman ve rahim olan Allah'a hamd edecek. Şayet müşriklerin, kafirlerin, münafıkların acı akıbetleri anlatılıyorsa, onların bu akıbete kendi iradeleri ile düştüklerini, rahman ve rahim olan Allah'ın onlara zulmetmekten (haşa) münezzeh olduğunu hatırından çıkarmayacaktır.

Bizleri bu vadide irşat eden şu ayet mealini birlikte okuyalım: “göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. Dilediğini bağışlar, dilediğine azab eder. Allah gafur'dur, rahim'dir.” (fetih, 14)

Allah, göklerin ve yerin yegane yaratıcısı, sahibi ve maliki... O'nun bağışladığına kimse azap veremez; azap verdiğini de kimse bağışlayamaz. Mutlak iradesine karşı koyacak bir başka iradenin mevcudiyeti muhaldir.

Ve ayet-i kerime “Allah gafur'dur, rahim'dir” diye son bulmakla mü'mine şu mesajı veriyor:
Gafur ve rahim olan Allah, lütfuyle yarattığı, gökleri ve yeri hizmetine verdiği bir kuluna azap ederse, bu azap mutlaka o kulun küfür ve isyanındandır.

Bu kısa hatırlatmadan sonra, meselenin önce “tevhid” yönü üzerinde durmak isterim. Kur'an'ın insanlara verdiği en büyük ders tevhiddir. Tevhid, yani Allah'ın birliği... Ne zatında, ne sıfatlarında, ne mülkünde ne icraatında ortağı bulunmaması. Kur'an'ın bu dersini dinleyenler, putları bırakmış Allah'a dönmüş, teslisi (üç ilah safsatasını) atıp tevhide ermişlerdir.

Fatiha'nın ilk ayetinde “Allah'ın bütün alemlerin rabbi” olduğu haber verilir. Sema ve arz birer alem olduğu gibi, dünya ve ahiret, gece ve gündüz, canlılar ve cansızlar da ayrı birer alem... Keza, her bir insan, hayvan ve bitki de birer küçük alem. Bütün bu alemlerin başlangıçlarını, ilk tohumlarını yaratan ve onları rahmet ve hikmetiyle, irade ve kudretiyle safha safha terakki ettirerek son ve mükemmel şekline erdiren Allah'tır. Bütün bu alemler o'nun mülkü olduğu gibi, onlarda cereyan eden her türlü hadiseyi, ister hayır ister şer olsun, yaratan da o'dur.

Zeminin yüzünde gece ve gündüzü o yarattığı gibi, gözlerde, uykuyu ve uyanıklığı ve nihayet insan kalbinde dalalet ve hidayeti yaratan da o'dur. Zira, o'ndan başka yaratıcı yoktur.

Basar, yani gözün görmesi gibi, basiret de Allah'ın büyük bir ihsanı. Birincisi ile insanın maddi gözü açılıyor ve insan dağlarla, ovalarla, yıldızlarla münasebet kuruyor. Diğeri ile de insanın kalp gözü açılıyor. Maddi olmayan o göz ile, maddeden münezzeh olan Allah'ın varlığı görülüyor ve o'na iman ediliyor. Ve kalp kainatı çok gerilerde bırakacak bir vüsate, bir genişliğe kavuşuyor. İşte gözde görmeyi yaratmak Allah'a mahsus olduğu gibi, kalpte imanı ve hidayeti yaratmak da yine o'na mahsus.

O halde Allah'ın dilediğine hidayet vereceğine dair ayetleri okurken, öncelikle meselenin tevhid yönünü dikkate alacak, her hayır gibi hidayetin de o'nun elinde olduğuna iman edeceğiz.

“doğrusu, lütuf muhakkak Allah'ın elindedir. Onu dilediğine verir. Ve Allah vasi'dir, alim'dir.” (al-i imran, 73) Ayetin sonunda vasi' ve alim isimlerinin zikredilmesi ne kadar manalıdır. Evet Allah vasi'... Yani o'nun rahmeti, ilmi, inayeti insan idrakinin kavrayamayacağı kadar geniş ve her şeyi kaplamış... Ve o her şeyi hakkıyla bilen mutlak alim. öyle ise lütfu, ihsanı, keremi ve hidayeti kime vereceğini o bilir. Bu veriş rast gele değil, bir ilim ve hikmet iledir.

Bu hakikati ders veren bir diğer ayet: “doğrusu sen sevdiğine hidayet veremezsin. Fakat Allah kimi dilerse ona hidayet verir. Ve hidayete erecekleri en iyi o bilir.” (kasas, 56) Evet, bizim başka varlıklar hakkındaki bilgimiz çok sınırlı... Canlı ve cansız her şey bütün faaliyetlerini Allah'ın ilim ve murakabesi altında sürdürüyor.

Şu uçan kuşu seyredelim. Kim bilir yuvasından nasıl bir his ile ayrılmıştı... Şimdi havada süzülürken nasıl bir zevk ve huzur duyuyor? Uçuşan diğer kuşları hangi gözle seyrediyor? Yerdeki binaları, insanları, arabaları nasıl değerlendiriyor? Acaba karnı ne derece tok yahut aç?

Akşam yaklaşınca, yuvasına doğru yol alırken hangi hislerle dolu olacak? Yuva yaptığı çatıyı gördüğünde içinden neler geçecek? O günkü mesaisini bitirmiş diğer kuşlarla havada son birkaç tur daha atarken o küçük ve temiz kalbi nasıl bir hazla dolacak? Bunlar ve benzeri nice haller o kuşun ruhunu sarmış durumda. O, kendi iç aleminin bütün incelikleri ile ancak ve ancak mevlasının nazarı, himayesi, rahmeti ve murakabesi altında...

Bir ceylan, bir kelebek, bir karınca bu kuştan farklı mı? Her biri kendi aleminde ayrı bir ömür sürmekte... Bedeni, kainatla irtibat kurarken, ruhu ve hissiyatı, bilemeyeceğimiz bir keyfiyetle, Allah'a teveccüh ve tevekkül etmekte...

Bir de şu taksi şoförünü düşünelim. Kim bilir nereye gidiyor!.. Hangi derdin sahibi? Hangi hedef için yanıp tutuşuyor? İleride neler almayı planlıyor? Yoksa sürdüğü arabanın taksitlerinin çilesini mi çekmede!..

Beden sıhhati nasıl? Ruh huzuru ne alemde? Düşkünlere karşı kalbi katı mı, yumuşak mı? Rabbine teveccühü ne derece? Nefsine ne ölçüde güveniyor? İnsan durmadan düşündüğüne göre, geçmiş günlerde neler düşündü ve şu anda ne düşünüyor?

İşte meçhulümüz olan böyle sayısız meseleler onun hususi dünyasını meydana getirir. Biz o dünyanın cahiliyiz, Allah ise maliki ve alimi.

İşte kullarını böyle her halleri ile bilen Allah, sevgili habibine (a.s.m.) Hidayete erecekleri de en iyi kendisinin bileceğini yukarıdaki ayetle haber veriyor.

Hidayet ve dalaletle ilgili ayet-i kerimeler bir yönüyle de mü'minin ruh terbiyesi ile ilgili... Bilindiği gibi mü'minin ruhu havf ve reca sınırları arasında terakkisini sürdürür. Bu sınırları tecavüz ettiğinde zarara düşer yahut mahvolur.. Havf, Allah'tan korkma, o'nun azabından kendini katiyen emin bilmeme hali... Reca ise, Allah'ın rahmetinden daima ümit var olma, günahlarının o'nun affını hiçbir zaman aşamayacağını düşünerek yeise, ümitsizliğe düşmeme haleti.

Kur'an-ı kerim, “Allah'ın dilediğini dalalete götürebileceğini” beyan etmekle mü'mine, yaptığı iyi amellerle övünmemesini ve onlara güvenmemesini öğüt verir. Diğer taraftan, kötü halleri ve günahları için de yeise düşmemesini, “Allah'ın dilediğini doğru yola sevk edebileceğini” hatırlatır.

Konunun bir de kader yönü var. Ona da kısaca temas edelim: Bir ayet meali: “bir de müşrikler (Allah'a eş koşanlar) dediler ki: Allah dileseydi ne biz ne de atalarımız o'ndan başka hiçbir şeye tapmazdık. Ve o'nsuz hiçbir şeyi haram kılmazdık. Kendilerinden öncekiler de böyle yapmışlardı. Buna karşı peygamberin vazifesi ancak açık bir tebliğ değil mi?” (nahl, 35)

Bu ayet-i kerimeden, şu anda karşımıza yeni bir soru gibi getirilen meselenin, aslında bir gericilik belgesi olduğunu, bu şeytani sorunun ta asr-ı saadette, hatta ondan önceki devrelerde ortaya atıldığını anlıyoruz. Bu soruyu soranlar, kaderi, cebir manasında gösterip, insanın cüz'i iradesini görmezlikten geliyorlar ve ilahi adalet konusunda muhataplarının zihinlerini bulandırmaya çabalıyorlar. “madem ki hidayet ve dalalete gidecekleri Allah diliyor, öyleyse kulun iradesinin ne hükmü var” demek istiyorlar.

“her şeyin kader ile takdir edildiği” bir hakikat. Ama, bu takdir edilenlerden birisi de insana cüz'i irade verilmesi ve onun emir ve yasakları işlemekte serbest bırakılması... Bu da bir takdir... Buna göre, insan ister ibadet etsin, ister isyan yolunu tutsun, her iki halde de kader dairesi içinde... Bu incelik, çoğu zaman gözden kaçıyor, yahut yeterince anlaşılmıyor.

Cenab-ı hak, taşların cansız, bitkilerin yarı canlı olmalarını dilemiş; hayvanlar alemini ise his dünyasına kavuşturmuş. Bunların hepsi kader dairesinde... İnsana gelince, onu mahlukatı içinde en güzel şekilde yaratmış... Ona akıl, kalp, vicdan gibi nice ihsanlarda bulunmuş ve onu bir imtihana tabi tutmuş... Kendisine birtakım emirlerde bulunmuş ve önüne bir takım yasaklar koymuş. İnsanı bu emir ve yasaklara uyup uymamakta serbest bırakmış. Dilemiş ki, bu hürriyet içinde, gaflete dalmayan ve rabbini unutmayan kullarına, meleklerden daha üstün dereceler versin ve onları ebedi saadetlendirsin. Nefis ve şeytana tabi olarak rabbini unutanları ise azabına uğratsın.. İşte bu da bir takdirdir. Bu takdire karışmak kula yaraşmaz.

“Allah dileseydi bütün insanları hidayete erdirirdi” sorusunu başka sorular da takip eder. Mesela, “Allah dileseydi bütün cansızları yarı canlı yapabilirdi” yahut “Allah dileseydi bütün ağaçlara görme, işitme verebilirdi” veya “Allah dileseydi bütün hayvanları akıllı yaratabilirdi” gibi... Elbette, Allah, dileseydi bütün bunları yapabilirdi. Ama, dilememiş... İnsan nevini, hepsi itaat üzere olan meleklerden ayrı bir mahiyette yaratmayı dilemiş ve öyle yaratmış.

Müşriklerin iddiasının zikredildiği aynı surede şu ayet-i kerime de yer alıyor:“Allah dileseydi elbette hepinizi bir tek ümmet yapardı. Fakat, o dilediğine dalalet, dilediğine hidayet verir ve muhakkak surette hepiniz bütün yaptıklarınızdan sorumlu tutulacaksınız.” (nahl, 93)

Bu ayet-i kerimede birçok ders bir arada veriliyor:
–Allah, insanları melekler gibi bir tek ümmet olarak yaratmayı dilememiş.
–Allah'ın iradesi mutlak...
–ve insan bütün yaptıklarından sorumlu...

İnsan Allah'ın takdir sahasında ileri geri konuşarak haddini tecavüz edeceğine, kendi iradesine bırakılan işleri, istikamet üzere yapmaya çalışmalı... Zira, o ancak bunlardan sorumlu... “şüphesiz Allah dilediğini saptırır. Dilediğini de hidayete eriştirir. (ey resulüm) artık onlara üzülerek kendini harab etme. Allah onların yaptıklarını şüphesiz bilir. (fatır, 8)

Hidayete erecekleri de dalalete düşecekleri de en iyi Allah bilir... “hadi”, cenab-ı hakk'ın bir ismi. “hidayeti yaratan, doğru yolu gösteren ve insanı o yolda muvaffak kılan” manasına geliyor... Her isim gibi, bu ismin tecellisi de bir ilim ve hikmet iledir.

Taşlara göz takmayan Allah, katı kalplerde de hidayet yaratmıyor. “kalpleri Allah'ı anmak hususunda katılaşmış olanlara yazıklar olsun. İşte bunlar apaçık dalalettedirler (sapıklıktadırlar).” (zümer, 22)

Kulun kendi cüz'i iradesini hayra yahut şerre yöneltmesi ile kalbinde hidayet yahut dalalet yaratılıyor. Bu hakikati, hiçbir vesveseye fırsat vermeyecek kadar açıkça ders veren bir ayet-i kerime: “muhakkak ki, Allah, bir kavime verdiğini, onlar nefislerindekini bozmadıkça, değiştirmez.”(ra'd, 11)

Bir başka ayet : “onlar öyle kimselerdir ki, hidayet karşılığında dalaleti (sapıklığı) satın almışlardır. Ticaretleri kendilerine bir kazanç sağlamadığı gibi, doğru yolu da bulamamışlardır.” (bakara, 16)

Bu ayet-i kerimeden kulun, dalalete kendi iradesiyle müşteri olduğunu açıkça anlıyoruz. Hidayet ve dalaletle ilgili ayetlerin her birinde bu hakikati görebiliriz. Bunlardan bir kısmını takdim edeyim:
“Allah zalimler topluluğunu hidayete eriştirmez.” (bakara, 258)
“Allah kafirler topluluğunu hidayete eriştirmez.” (bakara, 264)
“Allah fasıklar topluluğunu hidayete eriştirmez.” (tevbe, 24)

Bu üç ayet-i kerimeden kalpte dalalet yaratılmasının üç sebebini öğreniyoruz. Hepsi de insanın kendi iradesiyle ilgili: zulüm, inkar ve fısk.

Bir diğer ayet-i kerime : “... İnkar edenler ise, “Allah bu misalle neyi murat etti” derler. O, bu misalle birçoğunu saptırır, birçoğunu da doğru yola getirir. Onunla saptırdığı ancak fasıklardır ki, onlar Allah'a olan ahitlerini kabulden sonra bozarlar; Allah'ın birleştirilmesini buyurduğu şeyi ayırırlar ve yeryüzünde bozgunculuk yaparlar.” (bakara, 26-27)

Bu ayet-i kerimelerden de, dalalete düşen fasıkların üç sıfatını öğrenmiş bulunuyoruz.
Hidayete gelince o, Allah'ın büyük bir ihsanı olmakla beraber, buna mazhar olmak da bazı şartlara bağlı. Bu şartların birincisi: “bu, doğruluğu şüphe götürmeyen ve Allah'a karşı gelmekten sakınanlara doğru yolu gösteren (hidayet kaynağı) bir kitaptır.” (bakara, 2)

Ayet-i kerimesiyle “ittika” yani “Allah'a karşı gelmekten sakınma” olarak beyan ediliyor. “de ki, hakikaten Allah dilediğini şaşırtıyor, kendisine gönül verene de hidayet buyuruyor.” (ra'd, 27) Ayetinde de hidayet için kulun hakk'a gönül vermesi, cüz'i iradesini hayra sarf etmesi şart koşuluyor.

Hidayet ve dalalete dair bütün ayetler Allah'ın rahman ve rahim olduğu, kur'an-ı kerim'in muttakilere hidayet olmak üzere inzal edildiği ve peygamber efendimizin (a.s.m.) Alemlere rahmet olarak gönderildiği göz önüne alınarak mütalaa edildiğinde, meselenin hiç de itiraza veya istismara elverişli olmadığı açıkça görülecektir.
Kaynak : Sorularla İslamiyet
 

Benzer konular

Geri
Üst Alt