Günümüzün post kapitalist liberal küresel hayatında kadın dünyanın doğusunda ve batısında o kadar fazla görünür ve görünmez şiddete maruz kalıyor ki, insan haklarına, adalete ve kanunlara, sosyolojik verilere esir bırakıyoruz kadın imgesini. İşte daha yeni, gencecik bir hanım öğretim görevlisi katledildi bir öğrencisi tarafından.
Evet, kadın erkeğin en büyük sınavı. Ve iki ayrı parça olarak gördüğümüz sürece elbette ki mağdur. Ve elbette bu mağduriyet giderilmeden hiçbir başka bakışa geçilemiyor toplumlarda. Lakin biz ötesinden bahsedeceğiz. Kadın; cinsiyetinden ibaret olmadığı gibi, sosyolojiden de, psikolojiden de, kapitalizmdeki rollerinden de ibaret değil çünkü.
Bir kadın olarak şimdi kadından bu şekilde bir nesne olarak söz ederken bile aslında görünmez bir şiddet uyguluyorum. Çünkü kullandığımız dil, baskın olan erkek dili. Yine de kadına farklı niteliklerinden bakmayı hatırlamamız gerekiyor, benimkisi dil üzerinden olacak; ilişki için, varlık için, kalp için…
Uzun süredir farklı yönlerinden ele alıp yazdığım mayamızın sırlı diline (ki ‘Yunusça’ diyorum) biraz da kadından yaklaşalım. Çünkü maneviyatımızın ümmi dilini, bilmeden konuştuğumuz kalbin anadilini öncelikle kadınlar konuşuyor. Belki de susuyorlar demeliyim. Anadolu kadınlarının sustuğu dillerde yaşıyor Yunusça. Ya da mırıldandığı diyelim. Türküsüyle, duasıyla, ninnisiyle, hatırasıyla.
Ama hepsi bu değil. Bizde öyle bir üslup vardır ki, kadim hayatımızda kadının susarak konuşması, görünmez bir hakimiyet alanı olmuştur, gündelik somut yaşama olduğu kadar ev içindeki / gönüldeki mana dilinde de.
Kadın bıdı bıdı ederek veya lak lak ederek erkekten daha fazla konuşması aslında sözlü kültürün aktarıcılığına da yol açmıştır. Lakin tatbikte böyle olsa da, zihinsel faaliyetimizin dilinde dipdiri, tesirli, can alıcı olan konuşma erkek marifeti olarak algılanmıştır.
Baskın erkek dilinin zahirde kullanım alanına karşın, kadının sabreden, razı olan, tevekkül eden, görünmez bağlantıları birbirine bağlayan batıni dili hatta lak lak edişi veya mırıldanışı, çok daha -içerden- canlı bir konuşma biçimidir aslında. İşte bu işveli, batıni ve çilekeş dilin şiir olduğunu söyler dururum gençliğimden beri. O vakitler şairler arasında aynı nakaratı işitirdim: “Kadının şiiri yoktur!”
Sevdiğim şairlerin sesini daha fazla işitmemle sonuçlandı hep bu iddialaşmalar. Zira kadın / kendisine şiir yazılan / nesne olarak edilgen olsa da, dilini kurabilmiş kadın şairlerin hep ortak bir özelliği dikkatimi çekmiştir: Ümmi oluşları!
Biraz daha açayım. Entelektüel bir çokbilmişlik içinde bilgi aktarımı yapmayışları, onları kalbin anadiline hep yakın tutmuştur. Örnek olarak Anna Ahmatova, Ingeborg Bachmann, Furuğ Ferruhzad, Sylvia Plath farklı kültürlerden ilk gönlüme gelen çok sevdiğim şaireler. Bizden ise Lale Müldür, Gülten Akın, Nilgün Marmara, Didem Madak, Birhan Keskin, Bejan Matur belki çağdaşlar arasında gönlüme en çok değmiş olanlarıdır. Ama evveli de var çok sevdiğim: Leylâ Saz ile Nigâr hanımlar. Elbet başkaları da var.
Bu kadınların belli bir zihinsel performans içinde, örgütlü bir öngörüyle şiir yazmadıklarından eminim. Çünkü onlar kendi iç seslerini entelektüel bir kibirle duyurmaya çalışmamışlar, hepimize ait olan o cinsiyet ötesi gerçeğin dilini gönül akışıyla işitmiş, bize de işittirmişlerdir. Anın sonsuzluğunda zuhur eden o ümmi dil evet şiirdir. Kadim dünyada yazılmamış bir şiirdir kadın dili.
Ve kelimelerin içinde yaşayan Bachmann gibi bir şairin dizelerine bakıp zaten kadın şiiri diye bir ayrım yapmak büyük haksızlık olurdu. Sanat bu anlamda cinsiyete indirgenemez. Tıpkı sevgilinin de aşık ve maşuk olmaktan öte bir kimliğe ihtiyacı olmaması gibi. Bizi insanlaştıran aşk; ki sevenin kalbinden çıkan canlı söz!
Şimdi küresel zamanlarda kadın birey olma çabasında. Bizim kültürümüzde ne erkek ne kadın için bireye indirgenen bir insan tanımı yoktur. Çünkü biz denilen cemaat ruhunun içinde ferdi olarak bulunan hakikat, özümüzde bizi bir kılar. Şimdi artık marifet ehli dışında pek revaçta olmayan bir özelliğimiz vardır: Kul olmak.
Birey denilerek hakkı kendine izafe etmeye yönelik bir nefs-i emmare düzeyine hapsedilen ‘ben’ yerine kul denilerek ‘benliksiz ben’ merhalesinde yüceltilen bir insan algısı hakimdi. Bugün bu algı tamamen yıkılmıştır ve kul denilince pasif, kişiliksiz bir köle olarak kodlanmıştır.
Teslimiyet varlıkla hemhal olmakla başlıyor, varlığın Hakla kaim olmasının ispatına dek uzanıyor. Bu şuurlanma insanı kudretle donatır. Bunun için evrensel insan hakları bildirgesi filan okumak gerekmez, içerden bilinir. Nihayetinde egoya rehin bırakılamayacak bir ben vardır benden içeri. Yunusça söylersek.
İşte kadının nefsi veli makamına ulaştığında, artık nefs ve ruh bütünlüğü sağlanmış olduğundan, kalbinin dili irfan dilini kendiliğinden konuşur. Veli kişiye kısaca er kişi denir ki bu cinsiyetten çok öte bir tanım.
Gelgelelim veli mertebesine ulaşmamış, şiir de yazmamış, bir varlık iddiasına girmemiş sıradan kadınların dilidir tabiri caizse ‘hu şiirimiz’e can suyu veren. Kendine alandan ziyade kendini veren, ben demekten ziyade sen diyen, içinde müthiş bir hazine biriktiren, mahremin dilini koruyan, hassas kadının dili canlı, hayat dolu, güncel söylemlerin kavramların, yorum ve şablonların esiri olmamış hür bir dildir.
Tevazudan, fedakarlıktan, feragatten, rızadan ilhamla giderek kudretlenmiş bir dil. Egoya yenik düşmeyen! Türküsünde, ninnisinde, tarlasında, evinde, ocağında yavrusunu, torunu torbasını, hayvanını kendi canından çıkardığı kelimelerle, hitaplarla, deyişlerle çağıran, çilekeş bir hayat süren, kendi kendine konuşan kadınların dili. Dedikoduya, gıybete, boş vakit doldurmaya, güncel yorumlarla ömür tüketmeye odaklanmayan. Siyaset konuşurken, sosyolojinin zirvelerindeyken bile iç yaşantımızın derinlerinden işitilen…
Budur Yunusça’nın kadınlarda yaşamaya devam eden edebi! Erkek dünyanın görünür görünmez şiddetinin asla susturamayacağı anadil!
Evet, kadın erkeğin en büyük sınavı. Ve iki ayrı parça olarak gördüğümüz sürece elbette ki mağdur. Ve elbette bu mağduriyet giderilmeden hiçbir başka bakışa geçilemiyor toplumlarda. Lakin biz ötesinden bahsedeceğiz. Kadın; cinsiyetinden ibaret olmadığı gibi, sosyolojiden de, psikolojiden de, kapitalizmdeki rollerinden de ibaret değil çünkü.
Bir kadın olarak şimdi kadından bu şekilde bir nesne olarak söz ederken bile aslında görünmez bir şiddet uyguluyorum. Çünkü kullandığımız dil, baskın olan erkek dili. Yine de kadına farklı niteliklerinden bakmayı hatırlamamız gerekiyor, benimkisi dil üzerinden olacak; ilişki için, varlık için, kalp için…
Uzun süredir farklı yönlerinden ele alıp yazdığım mayamızın sırlı diline (ki ‘Yunusça’ diyorum) biraz da kadından yaklaşalım. Çünkü maneviyatımızın ümmi dilini, bilmeden konuştuğumuz kalbin anadilini öncelikle kadınlar konuşuyor. Belki de susuyorlar demeliyim. Anadolu kadınlarının sustuğu dillerde yaşıyor Yunusça. Ya da mırıldandığı diyelim. Türküsüyle, duasıyla, ninnisiyle, hatırasıyla.
Ama hepsi bu değil. Bizde öyle bir üslup vardır ki, kadim hayatımızda kadının susarak konuşması, görünmez bir hakimiyet alanı olmuştur, gündelik somut yaşama olduğu kadar ev içindeki / gönüldeki mana dilinde de.
Kadın bıdı bıdı ederek veya lak lak ederek erkekten daha fazla konuşması aslında sözlü kültürün aktarıcılığına da yol açmıştır. Lakin tatbikte böyle olsa da, zihinsel faaliyetimizin dilinde dipdiri, tesirli, can alıcı olan konuşma erkek marifeti olarak algılanmıştır.
Baskın erkek dilinin zahirde kullanım alanına karşın, kadının sabreden, razı olan, tevekkül eden, görünmez bağlantıları birbirine bağlayan batıni dili hatta lak lak edişi veya mırıldanışı, çok daha -içerden- canlı bir konuşma biçimidir aslında. İşte bu işveli, batıni ve çilekeş dilin şiir olduğunu söyler dururum gençliğimden beri. O vakitler şairler arasında aynı nakaratı işitirdim: “Kadının şiiri yoktur!”
Sevdiğim şairlerin sesini daha fazla işitmemle sonuçlandı hep bu iddialaşmalar. Zira kadın / kendisine şiir yazılan / nesne olarak edilgen olsa da, dilini kurabilmiş kadın şairlerin hep ortak bir özelliği dikkatimi çekmiştir: Ümmi oluşları!
Biraz daha açayım. Entelektüel bir çokbilmişlik içinde bilgi aktarımı yapmayışları, onları kalbin anadiline hep yakın tutmuştur. Örnek olarak Anna Ahmatova, Ingeborg Bachmann, Furuğ Ferruhzad, Sylvia Plath farklı kültürlerden ilk gönlüme gelen çok sevdiğim şaireler. Bizden ise Lale Müldür, Gülten Akın, Nilgün Marmara, Didem Madak, Birhan Keskin, Bejan Matur belki çağdaşlar arasında gönlüme en çok değmiş olanlarıdır. Ama evveli de var çok sevdiğim: Leylâ Saz ile Nigâr hanımlar. Elbet başkaları da var.
Bu kadınların belli bir zihinsel performans içinde, örgütlü bir öngörüyle şiir yazmadıklarından eminim. Çünkü onlar kendi iç seslerini entelektüel bir kibirle duyurmaya çalışmamışlar, hepimize ait olan o cinsiyet ötesi gerçeğin dilini gönül akışıyla işitmiş, bize de işittirmişlerdir. Anın sonsuzluğunda zuhur eden o ümmi dil evet şiirdir. Kadim dünyada yazılmamış bir şiirdir kadın dili.
Ve kelimelerin içinde yaşayan Bachmann gibi bir şairin dizelerine bakıp zaten kadın şiiri diye bir ayrım yapmak büyük haksızlık olurdu. Sanat bu anlamda cinsiyete indirgenemez. Tıpkı sevgilinin de aşık ve maşuk olmaktan öte bir kimliğe ihtiyacı olmaması gibi. Bizi insanlaştıran aşk; ki sevenin kalbinden çıkan canlı söz!
Şimdi küresel zamanlarda kadın birey olma çabasında. Bizim kültürümüzde ne erkek ne kadın için bireye indirgenen bir insan tanımı yoktur. Çünkü biz denilen cemaat ruhunun içinde ferdi olarak bulunan hakikat, özümüzde bizi bir kılar. Şimdi artık marifet ehli dışında pek revaçta olmayan bir özelliğimiz vardır: Kul olmak.
Birey denilerek hakkı kendine izafe etmeye yönelik bir nefs-i emmare düzeyine hapsedilen ‘ben’ yerine kul denilerek ‘benliksiz ben’ merhalesinde yüceltilen bir insan algısı hakimdi. Bugün bu algı tamamen yıkılmıştır ve kul denilince pasif, kişiliksiz bir köle olarak kodlanmıştır.
Teslimiyet varlıkla hemhal olmakla başlıyor, varlığın Hakla kaim olmasının ispatına dek uzanıyor. Bu şuurlanma insanı kudretle donatır. Bunun için evrensel insan hakları bildirgesi filan okumak gerekmez, içerden bilinir. Nihayetinde egoya rehin bırakılamayacak bir ben vardır benden içeri. Yunusça söylersek.
İşte kadının nefsi veli makamına ulaştığında, artık nefs ve ruh bütünlüğü sağlanmış olduğundan, kalbinin dili irfan dilini kendiliğinden konuşur. Veli kişiye kısaca er kişi denir ki bu cinsiyetten çok öte bir tanım.
Gelgelelim veli mertebesine ulaşmamış, şiir de yazmamış, bir varlık iddiasına girmemiş sıradan kadınların dilidir tabiri caizse ‘hu şiirimiz’e can suyu veren. Kendine alandan ziyade kendini veren, ben demekten ziyade sen diyen, içinde müthiş bir hazine biriktiren, mahremin dilini koruyan, hassas kadının dili canlı, hayat dolu, güncel söylemlerin kavramların, yorum ve şablonların esiri olmamış hür bir dildir.
Tevazudan, fedakarlıktan, feragatten, rızadan ilhamla giderek kudretlenmiş bir dil. Egoya yenik düşmeyen! Türküsünde, ninnisinde, tarlasında, evinde, ocağında yavrusunu, torunu torbasını, hayvanını kendi canından çıkardığı kelimelerle, hitaplarla, deyişlerle çağıran, çilekeş bir hayat süren, kendi kendine konuşan kadınların dili. Dedikoduya, gıybete, boş vakit doldurmaya, güncel yorumlarla ömür tüketmeye odaklanmayan. Siyaset konuşurken, sosyolojinin zirvelerindeyken bile iç yaşantımızın derinlerinden işitilen…
Budur Yunusça’nın kadınlarda yaşamaya devam eden edebi! Erkek dünyanın görünür görünmez şiddetinin asla susturamayacağı anadil!