İslam Toplumu Salgın Hastalık Ve Afetlerle Nasıl Mücadele Etmi̇şti̇?

Katılım
2 yıl 10 ay 3 gün
Mesajlar
170
Tepkime puanı
82

İSLAM TOPLUMU SALGIN HASTALIK VE AFETLERLE NASIL MÜCADELE ETMİŞTİ?​

ADNAN DEMİRCAN MART 2020

111-800x450.jpg


ADNAN DEMİRCAN
Prof. Dr., İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

SPOT:
Yüzbinlerce insanın hayatını kaybetmesine yol açan salgın hastalıklar ve afetler İslam tarihinin ilk dönemlerinde tehlikeli boyutlara ulaşmıştı. Özellikle bulaşıcı bir deri hastalığı olan taun farklı dönemlerde ciddi sayıda can kaybına yol açmış; Müslümanlar Allah’ın kaderinden yine Allah’a sığınmışlardı. Doğal afetlerin ilahî bir cezalandırma olduğu yönündeki iddiaların ise zan olmaktan öteye geçmediği biliyorlardı.

İnsanlık bugüne kadar deprem, kasırga, çığ, toprak kayması, sel baskını, yangın, salgın hastalık, çekirge istilası gibi birçok felâket yaşamıştır. Bu olayların büyük can ve mal kaybına sebebiyet verdiği, hatta dünya tarihinin akışında önemli etkiye sahip olduğu muhakkaktır. Can ve mal kaybında insanın ihmâli gibi etkenleri de unutmamak gerekir. Allah Elçisi’nin (sas) “Deveni bağla, sonra Allah’a tevekkül et” (Tirmizî, “Kıyame”, 60) sözü prensibimiz olsa bu kayıpların azalacağı aşikâr. İhmalkârlığın dışında istismar ve haksız kazanç elde etmek için yapılan yanlışlar ise ayrı bir problem.
İnsanlığın karşılaştığı her felâketten sonra meydana gelenlerin ilahî bir cezalandırma olup olmadığı hususunda polemikler yapılır. Bazen insanların söyledikleri kırıcı sözler, acı çeken mağdurlar için incitici olabilmektedir. Felâketlerin ilahî cezalandırma olarak meydana gelip gelmediğiyle ilgili kesin yargıda bulunabilmek ancak ilahî bir bildirim varsa mümkündür. İlahî bildirim olmayan bir konuda insanların söyledikleri ise kendi tahmin, yorum ve zanlarından ileri gitmez.
Hem Kur’an’da, hem de diğer dinî metinlerde Yüce Yaratıcı’nın iradesine karşı çıkanları doğal afetlerle cezalandırabildiğine ilişkin örnekler yer alır. Eski Ahit’te Rabb’in emirlerine itaatsizlik yapan İsrailoğullarına ceza sadedinde salgın hastalıklar zikredilir:
“Rabb’e sırt çevirmekle yaptığınız kötülükler yüzünden el attığınız her işte O, sizi lanete uğratacak, şaşkına çevirecek, paylayacak. Sonunda üzerinize yıkım gelecek ve çabucak yok olacaksınız. Rab, mülk edinmek için gideceğiniz ülkede sizi yok edinceye dek salgın hastalıkla cezalandıracak. Veremle, sıtmayla, iltihapla, yakıcı sıcaklıkla, kuraklıkla, samyeliyle, küfle cezalandıracak. Siz yok oluncaya dek bunlar sizi kovalayacak. Başınızın üstündeki gök tunç, ayağınızın altındaki yer demir olacak. Rab siz yok oluncaya dek gökten yağmur yerine ülkenize toz ve kum yağdıracak” (Kutsal Kitap, “Yasanın Tekrarı”, 28/20-24).
Başka bir yerde Hz. Davud’un salgın hastalıkla sınandığı anlatılır:
“Rab Davud’un bilicisi Gad’a şöyle dedi: Gidip Davud’a de ki, ‘Rab şöyle diyor: Önüne üç seçenek koyuyorum. Bunlardan birini seç de sana onu yapayım.’ Gad Davud’a gidip şöyle dedi: “Rab diyor ki, ‘Hangisini istiyorsun? Üç yıl kıtlık mı? Yoksa kılıçla seni kovalayan düşmanlarının önünde üç ay kaçıp yok olmak mı? Ya da Rabb’in kılıcının ve Rabb’in meleğinin bütün İsrail ülkesine üç gün salgın hastalık salmasını mı? Beni gönderene ne cevap vereyim, şimdi iyice düşün.” Davud, “Sıkıntım büyük” diye cevapladı, “İnsan eline düşmektense, Rabb’in eline düşeyim. Çünkü O’nun acıması çok büyüktür.” Bunun üzerine Rab İsrail ülkesine salgın hastalık gönderdi. Yetmiş bin İsrailli öldü. Tanrı Yeruşalim’i yok etmek için bir melek gönderdi. Ama melek yıkıma başlayacağı sırada Rab onu gördü. Göndereceği yıkımdan vazgeçerek halkı yok eden meleğe, “Yeter artık! Elini çek” dedi. Rabb’in meleği Yevuslu Ornan’ın harman yerinde duruyordu. Davud başını kaldırıp baktı. Elinde yalın bir kılıç olan Rabb’in meleğini gördü. Melek elini Yeruşalim’in üzerine uzatmış, yerle gök arasında duruyordu. Çula sarınmış Davud’la halkın ileri gelenleri yüzüstü yere kapandılar. Davud, Tanrı’ya şöyle seslendi:
“Halkın sayılmasını buyuran ben değil miydim? Günah işleyen benim, kötülük yapan benim. Ama bu koyunlar ne yaptı ki? Ya Rab, Tanrım, ne olur beni ve babamın soyunu cezalandır. Bu salgın hastalığı halkın üzerinden kaldır.” Rabb’in meleği Gad’a, Davud’un Yevuslu Ornan’ın harman yerine gidip Rabb’e bir sunak kurmasını buyurdu. Davud Rabb’in adıyla konuşan Gad’ın sözü uyarınca oraya gitti. Harman yerinde buğday döverken, Ornan arkasına dönüp meleği gördü. Yanındaki dört oğlu gizlendi. Davud’un yaklaştığını gören Ornan, harman yerinden çıktı, varıp Davud’un önünde yüzüstü yere kapandı. Davud Ornan’a, “Rabb’e bir sunak kurmak üzere harman yerini bana sat” dedi, “Öyle ki, salgın hastalık halkın üzerinden kalksın. Harman yerini bana tam değerine satacaksın.” Ornan, “Senin olsun!” diye karşılık verdi, “Efendim kral uygun gördüğünü yapsın. İşte yakmalık sunular için öküzleri, odun olarak düvenleri, tahıl sunusu olarak buğday veriyorum. Hepsini veriyorum.” Ne var ki, Kral Davud, “Olmaz!” dedi, “Tam değerini ödeyip alacağım. Çünkü senin olanı Rabb’e vermem. Karşılığını ödemeden yakmalık sunu sunmam.”
Böylece Davud harman yeri için Ornan’a altı yüz şekel altın (yaklaşık 6,9 kg.) ödedi. Davud orada Rabb’e bir sunak kurup yakmalık sunuları ve esenlik sunularını sundu. Rabb’e yakardı. Rab yakmalık sunu sunağında gökten gönderdiği ateşle onu cevapladı. Bundan sonra Rab meleğe kılıcını kınına koymasını buyurdu. Melek buyruğa uydu. Rabb’in kendisine Yevuslu Ornan’ın harman yerinde yanıt verdiğini gören Davud, orada kurbanlar kesti. Musa’nın çölde Rab için yaptığı çadırla yakmalık sunu sunağı o sırada Givon’daki tapınma yerindeydi. Ama Davud Tanrı’ya danışmak için oraya gidemedi. Çünkü Rabb’in meleğinin kılıcından korkuyordu (Kutsal Kitap, “1. Tarihler”, 21/10-30).
veba.jpg

Tevrat’ta salgın hastalıkların ceza olarak gönderilmesine dair birçok anlatım mevcut. Uzatmamak için yukarıda verdiğimiz örneklerle yetiniyoruz. Kur’an’da Hz. Musa’ya inanmayan Firavun ve Mısırlılar üzerine gönderilen cezalardan bahsedilirken kullanılan “ricz” kelimesini bazı müfessirler taun olarak tefsir etmişlerdir.
“And olsun biz, Firavun ailesini, öğüt alsınlar diye yıllarca süren kıtlık ve ürün eksikliği ile cezalandırdık. Fakat onlara iyilik geldiği zaman, “Bu bizimdir, (biz çalışıp kazandık)” derler. Eğer başlarına bir kötülük gelirse Mûsâ ve beraberindekilerin uğursuzluğuna yorarlardı. İyi bilin ki onların uğursuzluk sebebi ancak Allah katında (yazılı)dır. Fakat çokları bilmezler. Dediler ki: “Bizi büyülemek için her ne getirirsen getir, biz sana inanacak değiliz. Biz de, her biri ayrı ayrı birer mucize olmak üzere başlarına tufan, çekirge, ürün güvesi (haşerât), kurbağalar ve kan gönderdik (Hiçbirinden ders almadılar). Büyüklük tasladılar ve suçlu bir kavim oldular. Üzerlerine azap (ricz) çökünce, “Ey Mûsâ! Rabbinin sana verdiği söz uyarınca bizim için dua et. Eğer azabı üzerimizden kaldırırsan, mutlaka sana inanacağız ve İsrailoğullarını seninle birlikte elbette göndereceğiz” dediler. Fakat erişecekleri bir süreye kadar biz azabı üzerlerinden kaldırınca hemen yeminlerini bozarlar.” (A’râf 7/130/135).


Arapların “taun”la büyük imtihanı

Esasen bu uzun girişi son günlerde Çin’de görülen Corona virüsü ile ülkemizde yaşadığımız deprem ve çığ felâketleri sebebiyle bazı insanların oldukça yüzeysel, bilgiye dayanmayan ve zan ifade eden açıklamalarıyla karşılaştığımız için “Acaba eskiden İslam dünyasında salgın hastalıklar meydana gelmiş mi?” sorusunu cevaplandırmak için kaleme aldık.
Uzun asırlar boyunca salgın hastalıklar insanlık tarihini etkileyen, çok korkulan önemli gelişmeler olmuştur. Milyonlarca insanın ölümüne sebep olan salgınlar, bir ülkenin ekonomisini ve demografik yapısını ciddi anlamda etkileyebilmiştir. Bu durum tabii olarak gıda temininde zorluk yaşanmasına ve pahalılığa sebep olmuştur.
Araplar salgın hastalıklar için veba ve taun kavramlarını kullanırlar. Bunlar birbirlerinin yerine kullanılır. Ancak taunu vebanın bir türü olarak düşünmek yanlış değildir. Kaynaklarda yer alan bilgilerden anlaşıldığı kadarıyla taun, derinin hassas olduğu yerlerde ortaya çıkan çıban ve yaralarla kendisini gösterir. Sancı ve kusma gibi belirtileri vardır. Tauna yakalanan hastalığın etkisiyle baygınlık geçirebilir. Acı çekerek hayatını kaybeder. Biz burada taunla ilgili vakalar hakkında bilgi vereceğiz.
AVRUPA-DA-VEBA-1.jpg

Geçmişte meydana gelen birçok taun salgınından söz edilir. Bunlardan biri Allah Elçisi’nin (sas) yaşadığı dönemde, 627 yılında meydana gelmiştir. Şireveyh adı verilen bu taun Sasanilerin başkenti Medain’de görülmüştür.
Hz. Ömer (ra) döneminde, 639 yılında meydana gelen Amvas veba salgını Suriye bölgesindeki Müslümanların faaliyetlerini ciddi anlamda etkilemiştir. 20 binden fazla insanın öldüğü bu taun sırasında Ebu Ubeyde b. Cerrah, Muaz b. Cebel gibi ashabın ileri gelenlerinden vefat edenler de olmuştur. Aynı yıl etkili bir kıtlık da yaşandı.
670 yılında Kufe’de bir taun vakasıyla karşılaşıldı. Muğire b. Şu’be bu taundan etkilenmemek için Kufe’den ayrıldı. Salgının etkisi geçtikten sonra döndüyse de hastalık kendisine bulaştı ve bundan dolayı vefat etti.
685 yılında Mısır’da ortaya çıkan taun da çok sayıda insanın ölümüne sebep olmuştur. Bundan iki yıl sonra, Abdullah b. Zübeyr’in hilafeti döneminde 687 yılında Basra’da oldukça etkili bir taun daha ortaya çıktı. Birçok insanın ölümüne sebep olduğu için sel sularının önüne geleni sürüklemesine benzetilerek Carif Taunu diye anılır. Bu taundan üç günde 70 biner kişinin öldüğü söylenir. Yine bu taunda Enes b. Malik’in Basra’da ikamet eden çocuklarından ve torunlarından 80 kişinin hayatını kaybettiği anlatılır. Sayılarda biraz abartı olsa da anlatılanlar taunun çok etkili olduğunu göstermektedir.
698 yılında Şam bölgesinde ortaya çıkan taunun da tesiri kuvvetli olmuş, neredeyse bütün ahalinin ölüp gitmesine yol açmıştı. 706 yılında ortaya çıkan Feteyat taunu Basra, Vasıt ve Şam’da etkili oldu. Feteyat denmesinin sebebi, ilk önce genç kızlarda ve kadınlarda görülmesiydi.
725 ve 733 yılında Şam’da şiddetli taun salgınları yaşandı. 734 yılında ise Şam ve Irak bölgelerinde, özellikle Irak’ın Vasıt şehrinde etkili olan bir taun görüldü. 735 yılında tabiin müfessirlerinden Katâde b. Diâme el-Vâsıtî taun sebebiyle Vasıt’ta öldü. Etkisi azalsa da bu taunun birkaç yıl sürdüğü anlaşılmaktadır.
Emevi halifesi III. Yezid b. Velid’in 744 yılında -başka sebeplerin yanında- kendisine isabet eden taun sebebiyle vefat ettiği söylenir. Yine bu dönemde Harici liderlerinden Said b. Behdel’in taundan hayatını kaybettiği, bunun üzerine onun yerine Haricilerin başına son Emevi Halifesi II. Mervan döneminde isyan ederek yönetimi epey meşgul eden Dahhak b. Kays eş-Şeybani’nin geçtiği anlatılır. III. Yezid ile Said’in ayrı zamanlarda ve yerlerde öldüklerinden hareketle bu taunun geniş bir bölgede etkili olduğu anlaşılmaktadır.
749 yılında Basra ve çevresinde etkili olan bir taun salgınının üç ay sürdüğü ve bu sürede her gün yaklaşık bin kişinin hayatını kaybettiği anlatılır. 911 yılında Faris bölgesinde meydana gelen taunda ise 7 bin kişi vefat etmiştir.
977 yılında Bağdat’ta birçok doğal afetin meydana geldiği anlatılır. Yangın, depremler, Dicle Nehri’nin taşması gibi felaketlerin yanında taun da zikredilir. 1085 yılında Irak, Hicaz ve Şam bölgelerinde salgın hastalıkların ve taunun arttığı nakledilir. İnsanların yanı sıra evcil ve vahşi hayvanlar arasında ciddi ölümler meydana gelmiştir. Bundan başka 1258 yılında Bağdat’ta etkili olan taun ve salgın hastalıklar sebebiyle birçok kişinin vefat ettiğini biliyoruz.



Bir günde bin can

1341 yılında meydana gelen taunda dönemin ünlü âlimlerinden Ebü’l-Haccac el-Mizzî Dımaşk’ta vefat etmiş, cenazesi İbn Teymiyye’nin mezarının yakınına defnedilmiştir. 1348 yılında geniş bir bölgede etkili olan taun sebebiyle Şam’da bir günde 300’den fazla kişinin vefat ettiği anlatılır. Bu dönemde meydan gelen kum fırtınası sebebiyle karanlığın çöktüğü ve bunun yarım saatten fazla sürdüğü, insanların bunun taunun sona ermesine vesile olmasını temenni ettikleri, ancak durumun daha da kötüleştiği anlatılır. Salgın sırasında şehrin hatibi Tacüddin Abdurrahim b. Celalüddin Muhammed el-Kazvini vefat etti. 1349 yılında salgının etkisi azaldı. 1363 yılında Mısır’da görülen taunda günde bin kadar kişinin öldüğü kaydedilir. Bunlar arasında âlimler de vardır.
Zikrettiğimiz salgınların dışında İslam dünyasında ya da diğer bölgelerde etkili olan birçok salgın hastalık ortaya çıkmıştır. Bunların yayılmasını engellemek için uygulanan en önemli yöntemlerden biri karantinadır. Günümüzde de koruyucu bir önlem olarak uygulanmaktadır. Hz. Peygamber’in bir yerde veba salgınının çıkması halinde oraya girilmemesini, oradakilerin de oradan ayrılmamalarını tavsiye ettiği bilinmektedir (Buhârî, “Tıb”, 30). Hz. Ömer, Amvas vebasının etkili olduğu Şam bölgesine girdiğinde bu kurala uygun davranarak vebanın olduğu ordugâha girmedi. Daha sonra Dımaşk şehrindeki salgını etkisiz hale getirmek için Hz. Ömer’in vali olarak görevlendirdiği Amr b. el-As, insanları gruplara ayırarak çevredeki dağlara yerleştirdi ve birbirleriyle temas kurmamalarını istedi. Böylece hastalığın bulaştığı grupta bulunanların hepsi öldü, diğerleri ise kurtuldu. Bir süre sonra şehre girip yerleşmelerine izin verdi.
11111.jpg

Cahiliye döneminde Mekkeli Arapların çocuklarını sütanneye vererek çöle göndermelerinin asıl sebebi, onları taun gibi bulaşıcı hastalıklardan korumaktı. Çünkü bu tür hastalıkların en çok yayılma imkânı bulduğu yerler şehirlerdi. Özellikle dünyanın farklı bölgelerinden insanın uğradığı Mekke gibi merkezî bir şehir risk teşkil ediyordu. Benzer bir riskin hac döneminde de söz konusu olabileceğini, bunun için de ciddi önlemler alınması gerektiğini unutmamak gerekir.

KUTU
SABREDENLERİ MÜJDELE!


Müminlerin bazen doğal afetler ve sıkıntılarla imtihan edildiğini hatırdan çıkarmamak gerekir. Yüce Allah, “Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla, bir de mallar, canlar ve ürünlerden eksilterek deneriz. Sabredenleri müjdele” buyurur. Dinî metinlerde doğal afetlerle ilgili bir açıklama yer alıyorsa bu bir inanç meselesidir. Ayrıca doğal afetin keyfiyeti yorum ve tefsir konusudur. İlahî bir açıklama olmadan doğal afetlerle ilgili söylenecekler ise zan olmaktan öteye geçmez. İnsanların bu konudaki yargıları, inanç ve kanaatlerinin bir yansımasıdır. Bunun dışında Yüce Allah ile varlık arasındaki ilişki ve onun varlığa müdahalesi bizim ihata edebileceğimiz bir iş değildir. Bu sebeple Allah’a ait olanı Allah’a, kulun sorumluluklarını kendi imkânları çerçevesinde kula ait olmak üzere değerlendirmek gerekir.
 
Geri
Üst Alt