İslam Felsefesi Tarihi ve Akıl, İman Esasları

Charismax

Copyright @ Charismax
Katılım
3 yıl 8 ay 3 gün
Mesajlar
25,264
Tepkime puanı
8,715
Yaş
35
Konum
Memed' Home
İsim
CHRS
Memleket
Neresi?
Meslek
IzdırapÇI
Cinsiyet
vtEvVy
Medeni Hal
dreamstime_s_15626816


İslam felsefesi tarihi zengin bir içeriğe sahiptir. İrrasyonel yani mantıkla açıklanamayacak bir inanç ve iman esasına dayanır. Antik çağda insanlar dinle ilişkilerini akıl çerçevesinde kurarlarken, İslam dini bunu aşan, Allah sevgisinin gönüllerde olduğu her kuralın mantık yerine İslam inanç esaslarına dayandığı yeni bir felsefe yani İslam felsefesi sunar.
Akıl her zaman şeytani bir güç ve delil ararken, İslam felsefesi bu her şeyi akılla açıklamanın üzerine çıkar. İslam felsefesi ve Burada mutlak itaat ve teslimiyet bekler. Cemaat düzenine uymak toplum içinde önemli kural olarak karşımıza çıkar. İslam felsefesinde ilahi nur Adem Peygamberden başlayarak Hazreti Muhammed’e kadar geçmiştir.
İslam felsefesi tarihi içerisinde doğa için belirleyici olan ilahi irade yani Allah’tır. Dört ana başlığa ayırabiliriz; kelam, meşşai felsefe, fıkıh ve tasavvuf. Ehlisünnet kelamı her olayın ilahi iradenin bir yansıması olarak açıklar.
Us, mantık ve İslam
İslam felsefesinde akıl doğru ve yanlışı ayırt etmek için kullanılan bir unsurdur. Kimi düşünürler İslam felsefesinde ruhani anlamların önce ruha sonra kalbe oradan beyine geçer. Son aşamada muhayyilede işlenir ve insanın idrak süreci tamamlanmış olur.
Fahreddin er‐Razi’ye göre aklın yerinin kalp olduğunu ileri sürmüşlerdir. Razi, Kuran’ı Kerim’de kalp yerine kullanılan “fuad” kelimesinin kalp kelimesinin eş anlamı olarak kullanılmadığını, kalbi içine alan geniş anlamda idrak merkezi olduğunu iddia etmektedir. İnanç esasları içinde kalp imandaki en önemli unsurdur. Akıl ise kalbi tasdik eder. İman akılda değil kalpte gerçekleşir, kalbin tasdiki önemlidir. Bu demek değil ki akıl da gerçekleşmez. İman, insanı kuşatan ve bütün yönlerini kapsayan bir eylemdir ve aklı dışarıda bırakmaz.
Vecd yani insanın beşeri vasıflarından soyutlanması hali inkar edilen ve dışlanan bir akıl değil, bütünlenen ve tamamlanan bir akıldır. Vecd tasavvufi bir kavram olarak zihnin mucizesidir.
Akıl gözü nedir?
Gazzali iki kavramı açıklamak için “akıl gözü” ve “gönül gözü” kavramlarını ortaya atar. Ona göre inanca dayalı bilgiyi insan ancak sezgisel olarak kalp gözüyle görebilir.
İslam felsefesi, İslam inanç esaslarından akıl ve iman ilişkisini birlik tezi ile de açıklamıştır. Bu tez dinin bütünüyle rasyonal olduğunu söyler. Bu görüşe göre din akılla anlaşılabilir. Bu görüşün temelinde iman ve akıl aynı hakikatin farklı görünümlerini ortaya koyar.
Bu durum çifte hakikat olarak da açıklanır. Bu görüşü İslam dini alimlerinden İbn-i Rüşt bu düşünceyi savunmuştur. Alim akıl ve imanın aynı yolun yolcuları olduğu görüşünü savunmuştur. İbn-i Rüşt’e göre Kuran-ı Kerim açık bir biçimde insanları her şeyi akıl yoluyla değerlendirmeye davet eder.
İslam felsefesi bir de tamamlayıcılık görüşü ile İslam dinini açıklamaya çalışır. Tamamlayıcılık görüşünü savunan alimler arasında Farabi ve İbnn-i Sina bulunur. Bu görüşe göre aklın bildirdikleri iman ile tamamlanır.
Açıklamalar yapılırken pek çok kez Kuran-ı Kerim’i delil olarak sunulur. Kuran-ı Kerim’in esaslarına göre felsefe alimler tarafından savunulur. Bu bağlamda İslam felsefesi müminlere, çeşitli nedenlerle üzeri örtülmüş olan fıtratın yeniden keşfedilmesi ve hatırlanması gibi bir sorumluluk yükler.
 

Charismax

Copyright @ Charismax
Katılım
3 yıl 8 ay 3 gün
Mesajlar
25,264
Tepkime puanı
8,715
Yaş
35
Konum
Memed' Home
İsim
CHRS
Memleket
Neresi?
Meslek
IzdırapÇI
Cinsiyet
vtEvVy
Medeni Hal
İslam Felsefe Tarihi Nedir? İslam felsefesini etkileyen düşünce akımları nelerdir? İslam felsefe ekolleri nelerdir? İslami felsefe ekollerinin temsilcileri kimlerdir?

İslâm düşünce okullarının tarihteki teşekkülleri Ömer bin Hattab’ın hilafeti zamanında Orta Doğu’nun fethedilmesi ile başlamıştır. Ömer bin Hattab, oldukça adaletli bir hükümdar olarak İslam tarihine damgasını vurmuştur. O’nun yönetiminde İslam orduları Arap Yarımadasının dışına çıkarak devletin sınırlarını üç katına çıkarmıştır. MS. 636 yılında Bizans İmparatorluğu ile yapılan Yermük Muharebesi ile bütün Bilâd’üş-Şam (Suriye, Irak, Lübnan ve Kudüs bölgesi) İslam Devletinin sınırlarına dahil olmuştur. MS. 646 yılında eş zamanlı gerçekleştirilen Mısır ve İran seferleri ile Antik Mısır ve İran’daki Sasani İmparatorluğuna son verilmiş bu coğrafyalar İslam Devletine dâhil olmuştur. Çok kısa bir süre içerisinde gerçekleşen bu fetihler neticesinde İslam Devleti çok uluslu bir imparatorluğa dönüşerek iç siyasette devlet idaresi konusunda taht kavgalarına tutuşmuşlardır. Müslümanlar özellikle kutsal kitaplarında geçen “İşlerini toplanıp istişare ile çözerler” […ve em ruhum şûrâyı beynehum…(Şura, 38.)] mealindeki meclis kurulmasını öğütleyen ayetleri ihlal ederek devlet idaresinin peygamber soyundan gelen kimselerden (evlât) oluşması gerektiğini savunanlar ile peygamberin arkadaşları (ashâb) arasından seçilmeli fikrini savunanlar olarak iki gruba bölünmüşler ve bu uğurda iç savaşlara düşmüşlerdir. İslam’daki ilk bölünme evlât-ashâb çerçevesinde politik düşünce ayrılığı olarak ortaya çıkmıştır.
Resim 1. İslâm Devleti Kronolojisi

İç savaşların sonucunda devlet idaresi (hilafet), Ümeyyeoğulları’nın (Emevîler) mücadeleleri kazanması ile başlayan süreçte, babadan oğula geçecek şekilde monarşiye dönüşmüştür. Emevîler döneminde Kuzey Afrika’nın tamamı fethedilerek sınırlar İber Yarımadası’na (İspanya) kadar dayanmıştır. MS. 750 yılında Emevî hanedanlığı yıkılarak Peygamberin amcası Abbas’ın torunları olan Abbasîlerin yönetimi devralması ile yeni bir dönem başlamıştır. Abbasiler döneminde Müslümanlar bilim ve felsefede büyük atılımlar yaparak antik dönemden kalan bilgileri benimsemişler ve bu bilgileri İspanya’daki Endülüs Emevîleri vasıtasıyla Avrupa’ya aktarmışlardır. İslam Dünyası’nın bilimsel açıdan ilerlemesini durduran en önemli gelişme Moğol İstilası olmuştur. Moğol ordularının Abbasilerin Başkenti olan Bağdat’ı fethetmesi ile Hülâgü Han, ordusuna emir vererek şehri talan ettirmiş, askerlerin Beyt’ül- Hikmet’de (Bağdat kütüphanesinde) yer alan kitapları Dicle nehrine atmalarıyla bilimsel anlamda büyük bir kayıp yaşanmıştır. Kaynakların beyanına göre Dicle nehri günlerce siyah mürekkep renginde akmıştır. İşrakî filozof Nasireddin-i Tûsî Bağdat kuşatması başlamadan önce 400.000 el yazmasını Meraga’ya kaçırarak kurtarmayı başarmıştır.
2. FETHEDİLMEDEN ÖNCE ORTA DOĞU’NUN DURUMU
Müslümanlar Ortadoğu coğrafyasını fethetmeden önce bu bölgeye hâkim dönemin süper gücü olan iki devlet bulunmaktaydı. Bunlar Doğu Roma (Bizans) ve Sassani İmparatorluklarıdır. Daha önceki yıllarda yaşanan önemli değişimler antik felsefe okullarının Ortadoğu coğrafyasında toplanmasına sebep olmuştur. Bu değişimlerden en önemlisi Büyük İskender’in Pers İmparatorluğuna son vererek Batı Anadolu’da yer alan felsefe okullarının kendi adına kurmuş olduğu İskenderiye (Alexanderia) şehirlerine taşınmalarını teşvik etmesidir. Bu nedenle Helenistik dönemde kadim Hermetik düşünce ekolü, Antik Yunan düşünce okulları ve Sasani coğrafyasında yer alan kaynağını Zerdüştlükten alan düalist düşünce okulları İslam kültürü ile yollarının kesişeceği Mezopotamya bölgesine göç etmişlerdir. Helenizm’in sonrasında MS. 325 yılında toplanılan İznik Konsil’inde alınan kararlar neticesinde Hristiyanlık dininin üç ekümenik (evrensel) merkezden ikisi bu coğrafyada kurulmuştur. Roma, Antakya ve İskenderiye şehirlerinde kurulu olan bu patrikhanelerden Antakya ve İskenderiye’de kendilerinden önceki pagan inanışlar ve felsefi ekoller ile Hristiyanlık teolojisini bütünleştiren teoloji temelli iki akademi kurmuşlardır.
3. İSLAM FELSEFE EKOLLERİNİN OLUŞUMUNDA ETKİSİ OLAN DÜŞÜNCE AKIMLARI
MS. 636’da Müslümanlar bu coğrafyaya geldiklerinde karşılaştıkları felsefi okullar İslam düşünce ekollerinin şekillenmesinde önemli etkileri olmuştur. Bu okullar şunlardır;

3.1. HERMETİZM (İDRİSÇİLİK)
Hermetizm insanlık tarihinin en eski düşünce geleneğidir. Din-felsefe-maji (büyü) teorik ve pratikleri olan bu ekol Hermes Tris-megistus (3 Kere Büyük Hermes) isimli düşünürün öğretilerine dayanarak Antik Mısır’da kurulmuştur. İsmini antik Yunan tanrısı Hermes’ten alan bu öğreti, Antik Mısır dininde bilgelik tanrısı Toth ile Yahudi metinlerinde Enoch ile İslam mitolojisinde ise İdris peygamber ile aynı kişiler olduğu ileri sürülmüştür. İslami kaynaklar Hermes kelimesinin Süryanice veya Pehlevice’de “Âlim” anlamına geldiğini ileri sürerek tarihte 3 arklı Hermes’in varlığından söz ederler. “Hermes’ül Herâmise” tamlamasıyla Hermeslerin Hermesi veya âlimlerin âlimi kastedilmektedir.
Bu öğreti tufan mitolojisi ile sıkı sıkıya ilişkili bir şekilde Mezopotamya – Akdeniz (Levant) havalisinde gelişme göstermiştir. Temelleri “Zümrüt Tablette” yazılanlara dayanan Corpus Hermeticum isimli kitap Hermetizm’in temelini oluşturur. Astroloji, simya, ezoterizm ve büyü üzerine pratikleri olan bu öğreti İslam’daki Bâtıni akımlar üzerinde büyük etkiler yaratmıştır. Hermetik külliyat olarak adlandırılan kaynaklar Grekçe ve Latince kaleme alınmış 4 kaynak, Arapça kaleme alınmış 45 kitap olarak günümüze ulaşmıştır. Gerkçe ve Latince kaynaklar şunlardır:
  • • Grekçe “Corpus Hermeticum”,
  • • Latince “Asclepius”,
  • • Grekçe Stobaeus’un “Anthologium”u,
  • • Kıptice “Nag Hammadi” metinleri.
Nag Hammadi metinleri 1945 yılında yukarı Mısır’da Nag Hammadi kasabasında keşfedilen papirüs kodeksleridir. Hristiyan ve Gnostik metinlerden oluşan koleksiyon İskenderiye Patriği Aziz Athanasios’un MS. 367 tarihli Paskalya mektubunda kanonik olmayan kitapların yok edilmesi gerektiğini beyan etmesinden sonra buraya gömüldükleri düşünülmektedir. Kıptîce yazılmış olan bu metinlerde dikkat çeken kitaplar arasında Hz İsa’nın havarisi şüpheci Thomas’a ait İncil (sadece Hz. İsa’nın sözlerini içermektedir.), Corpus Hermeticum’a ait üç eser, Platon’un Devlet kitabının tercümesi yer almaktadır.
3.2. YUNAN AKADEMİLERİ
Hitit İmparatorluğu’nun yıkılmasının ardından MÖ. 800 – 500 yılları arasında Anadolu’da kurulan beş krallıktan (Lidya, Likya, İyonya, Frigya ve Urartular) biri olan İyonlar Yunanistan yarımadasından göç eden göçmenlerin Hititlilerin Arzawa olarak adlandırdığı 12 şehirde kurmuş olduğu krallıktır. Milet (Hititçe Millawanda) şehrini liman kenti olarak kurduktan sonra Anadolu’nun Ege ve Karadeniz sahillerini sömürge haline getirerek büyük bir refah ortamı yaratmışlardır. Deniz kavmi olan Fenikelilerle ticari ilişkiler kurarak Fenike alfabesinden yararlanarak Antik Yunan Alfabesini Milet’te keşfetmişlerdir. Herodot tarihinde ifade ettiğine göre İyonyalılar yeryüzünün gördüğü en bereketli toprak üstüne, en kaliteli hava altında yaşamışlardır. İyonya Ege kıyılarında yer alan 12 bağımsız şehir devletlerinin birleşiminden oluşmuştur. Bu şehirler Milet, Mius, Priene, Efes, Kolofon, Lebedos, Teos, Eritrai, Klozomenai, Foça, Samos ve Kios’tur. İyonya kelimesi Yunancada “yer, yerleşke” anlamına gelirken Farsça’daki yine yer bildiren “-an” son ekiyle birleşerek Iyonan haline gelmiş, bu ifade de zamanla Yonanya, Yunan şekline dönüşmüştür.
Iyonya’daki şehir devletleri Yunanistan’ın tarıma elverişsiz topraklarından kurtularak oldukça bereketli olan Batı Anadolu topraklarına göç eden göçmenler sömürge ve ticaret ile büyük bir refaha kavuşarak burada bir felsefe ekolü kurmayı başarmışlardır. Daha öncesinde Mısırda, İran ve Hindistan coğrafyasında var olan daha çok ezoterik kökenli ve son derece dağınık bilgileri ilk kez sistematik hale getiren filozoflar (düşünce adamları) İyonya düşünce okulunu kurmuşlardır. Bu okulun en önde gelen temsilcileri kronolojik olarak şu kimselerdir;

Tales (Thales) - Kaynak: drawing | British Museum
  • Tales (Milet, M.Ö. 624 - 546),
  • Anaksimendros (Milet, M.Ö. 610 - 546),
  • Anaksimenes (Milet, M.Ö. 585 - 528),
  • Heraklitos (Efes, M.Ö. 535 - 475),
  • Anaksagoras (Klazomenai, M.Ö. 510 - 428),
  • Arkelaus (Kios, M.Ö. 5. yy).
Birbirlerinin öğretmeni olan bu filozoflar Sokrat öncesi (Pre-Sokratik) felsefenin temsilcileridir. Sokrat öncesi filozoflar doğa ile ilgilenmişler, Sokrat sonrası filozoflar insan temelinde felsefe yapmışlardır. Sokrat sonrası filozoflar içerisinde İslam coğrafyasına büyük etkisi olan Platon (Atina, MÖ. 428 – 348), Aristo (Stagira, MÖ. 384–322), Hipokrat (Kos, 460 – 370) ve Dioskorides (Anazarbus, MS. 40 – 90) söylenebilir. Bunlar içerisinde Aristo’nun eserleri İslam coğrafyasını derinden etkilemiştir. Aristo antik dönem filozofları içerisinde hezarfen (polimath) olarak fizik, biyoloji, zooloji, metafizik, mantık, etik, estetik, şiir, tiyatro, müzik, hitabet, psikoloji, dil bilim, ekonomi, siyaset ve meteoroloji gibi alanlarda eserler yazmıştır. Günümüzde Aristo’ya atfedilen metinler ezoterik (okulda kullanılmak üzere kaleme alınmış ders notları) yazmalarıdır ve Aristo’ya ait olup olmadığı tam olarak bilinmemektedir. Aristo’ya atfedilen eserleri şu şekilde kategorize etmek mümkündür;

İslam Felsefesi, Aristo’nun Organon isimli 6 mantık kitabının Arapçaya tercüme edilmesi ile yukarıdaki bilim tasnifinin İslami metinlerle yeniden gözden geçirilmesi üzerine oluşan Ortaçağ felsefe ekolüdür. Aristo’nun kurmuş olduğu Peripatetik (Yürüyerek ders veren) okul geleneği İslami düşünce okulunda Meşşâîlik (Yürüyenler) olarak karşılığını bulmuştur.

Aristo
Buraya kadar özet olarak anlatılan Yunan Felsefesi tarihte yaşanan Greko-Pers ve Roman savaşları sonucunda bugünkü Güney Doğu Anadolu coğrafyasına taşınarak yer değiştirmiştir. Bunlar Cündişapur ve Harran Akademisidir.
3.2.1. Cündişapur Akademisi
Sasani İmparatoru I. Şapur MS. 260 yılında Edessa Muharebesiyle Roma imparatoru Valerian’ı büyük bir yenilgiye uğratmış, esir aldığı 70.000 civarındaki askerleri emriyle kendi adına kurmuş olduğu Cündişapur kentine yerleştirmiştir. Daha sonraki süreçte Suriye’den gelen bilgin ve sanatçılar, Edessa’dan sürülen Nesturiler ve Atina’dan sürülen Yeni Platoncu filozofların buraya gelmesiyle güçlü bir ilim yuvası haline gelmiştir. Sasani İmparatoru I. Hüsrev’in emriyle burada eğitim dili Aramice tıp ve felsefe eğitimi veren bir okulun açılmasıyla birlikte Asuri, Hint ve Yunan doktorlar yetişmişlerdir. MS. 642 yılında Kadisiye ve Nihavend savaşları sonucunda Sasani İmparatorluğu’na son veren İslam orduları buradaki mektep vasıtası ile Zerdüşt ve Hint felsefesi ile tanışmışlardır. Cündişapur antik kenti bugün İran’ın Huzistan eyaleti sınırları içerisinde yer almaktadır.
3.2.2. Harran Akademisi
Harran Okulu, Mezopotamya’da medeniyet kuran Sümer, Babil, Asur, Akad ve Elamlıların sanat, kültür, edebiyat, şehirleşme ve yasa alanlarındaki gelişmelerin yansımalarını uzunca bir dönem gözlemlediğimiz bir okuldur. Büyük İskender’in Harran’ı işgal etmesi üzerine burada bulunan Asuri ve Samiler Yunan Felsefesi ile tanışmışlardır. M.Ö. II. binin ortalarına ait Hitit tabletlerinde, Hititlerle Mitanniler arasında yapılan bir antlaşmaya Harran’daki Ay Tanrısı (Sin) ve Güneş Tanrısı’nın (Şamaş) şahit tutulduğu belirtilmektedir. İnançları gereğince gök bilimleri konusunda ilerleme kat eden Harran’da kökenleri Asur, Babil çok tanrıcılığı ile Zerdüştlüğe dayanan Sabiilik (Mandeizm) adı verilen yıldız tapıcılığı yaygındı. Eğitim dili Grekçe ve Süryanice olan bu okulda tıp, astronomi, fizik, kimya, matematik ve sonraki süreçte teoloji okutulmuştur.
Müslümanların bu şehri ele geçirmeleriyle birlikte bu ekolün faaliyetleri devam etmiş Sabit bin Kurra, El-Battani, Cabin bin Hayyam ve din bilgini Şeyh’ül-İslam İbn-i Teymiyye gibi bilginler Harran’da bulunan okullarda yetişmiş kimselerdir.
3.3. HELENİSTİK AKADEMİLER
Büyük İskender doğuya doğru seferlerini gerçekleştirirken dünyada barış ve bilim temelli büyük bir imparatorluk kurmayı hedeflemişti. Bütün ırkları tek bir haline getirmek amacıyla ordusunda bulunan Grek kumandanları fethettikleri bölgelerdeki yöneticilerin kadınları ile evlendiriyordu. Bu hedefin gerçekleştiği tek toplum sonradan kurulan Adıyaman Samsat merkezli Kommagene krallığı olmuştur. Bu şekilde ırkları birleştirerek barışın hâkim olduğu Grek-Pers birlikteliği kurmaya çalışmıştır. Bilim temelli toplum kurabilmek için kendi adına Alexanderia (İskenderiye) şehirlerini kurmuştur. Fakat bu hayallerini tam olarak gerçekleştiremeden henüz 32 yaşındayken Babil’de vefat etmesiyle imparatorluk parçalanmıştır.
Büyük İskender’in yasal bir varisi olmadığı için imparatorluk kumandanları arasında paylaşılarak Attalid Anadolu, Selevkos Orta Doğusu, Ptolemaik Mısır ve Antigonid Balkan coğrafyası şeklinde politik dengeler kurulmuştur. Bu krallardan Mısır’a hâkim olan Ptolemaos I. Soter (Batlamyus) topraklarını ve hâkimiyet sahasını genişletme yanlısı değil, daha çok barış ve bilim yanlısı bir kral olduğundan Mısır’daki İskenderiye kentinde tarihin gördüğü en büyük müzesi, Serapiumu (Serapis Tapınağı) ve kütüphanesini içeren bir kültür merkezi inşa etmiştir. Harran ekolünün devamı mahiyetinde Antakya ve Edessa-Nissibis okulları kurulmuştur.
M.Ö. 323 yılıyla Orta Doğu coğrafyasının Roma’nın bir parçası olduğu M.Ö. 30 yılına kadar geçen sürece Helenistik felsefe denilir. Helenistik düşünce akımları Akademi, Peripatetik, Epikürcü ve Stoacı okullardır. Bu dönemdeki düşünce tartışmaları mantık, fizik ve etik çerçevesinde yoğunlaşmıştır. Hellenistik felsefede ön plana çıkan disiplin, etik olmuştur. Bunun nedeni, bireyin amacına ulaştığı, iyi bir yaşam sürdüğü, kendisini her bakımdan güvende hissettiği kent devletlerinin yıkılması, kent devletinin yerini alan imparatorlukla birlikte, bilinen dünyanın sınırlarının genişlemesi ve bireylerin kaçınılmaz bir biçimde dünyaya topluma ve kendilerine yabancılaşması, yalnız ve başıboş kalmasıdır. Bu bağlamda Helenistik filozoflar; bireylerin felsefeden bekledikleri yol göstericilik görevini yerine getirmek ve mutlu insanlar yaratmak adına Epikürcülük ve Stoacılık olarak iki bireysel ahlak disiplini geliştirmişlerdir. Bireyin mutluluğunu hedefleyen bu iki akımın temelde farkı Epikürcülüğün maddi hazlara dayanan mutluluğu, Stoacılığın ise ruhi hazlara dayanan mutluluğu hedeflemiş olmalarıdır.
Dinden ve mitolojiden kopuşla başlayan Yunan Felsefesinin ardından gelen Helen felsefesi ve Roma felsefesi, giderek dine yaklaşma eğilimi göstermiştir. Helen döneminde kişinin mutluluğunu sağlamak amaç olmuş, felsefenin amacı bireyin mutluluğunu sağlamak olmuştur. Hristiyanlık inancının yaygınlaşması ile birlikte bireysel mutluluk arayışı uhrevi bir taraf kazanarak dini boyut kazanmıştır. İskenderiye ve Antakya okulları MS. 325 yılındaki İznik Konsili ile ekümenik patriklik merkezi ilan edilerek, Edessa-Nissibis okulu da Süryani Hristiyanların etkisiyle teolojik bir form kazanmıştır.

Büyük İskender - Antalya Müzesi
3.3.1. İskenderiye Akademisi
Büyük İskender’in generali olan Ptolemous I. Soter’in şiir ve felsefeye olan düşkünlüğünün sonucunda kurmuş olduğu İskenderiye Mouseion (Müzesi) araştırma enstitüsünün bir bölümü olarak kurulan kütüphane ile başlamıştır. Antik Mısır’ın geometri, matematik, tıp ve astronomideki tecrübe birikimi ile Yunan felsefesinin bir araya geldiği bilim yuvasıdır. Arkasında devlet sübvansiyonu olan bu yayın merkezi için Mısır’a giren bütün kitapların buraya getirilmesi şartı vardı. Getirilen yazmaların birer nüshası çıkartılıp orijinal metin kütüphaneye alınmakta, kopya metin ise kitap sahibine verilmekteydi. Ayrıca kütüphane direktörünün bulabildiği her eseri alma yetkisi vardı. Zaman zaman kütüphane görevlisi memurlar başka diyarlara seyahat ederek kitap satın alıp kütüphaneye kazandırıyorlardı. Çeşitli kaynaklar 900.000 civarı papirüs rulosunun yer aldığı tarihin en büyük kütüphanesi olduğunu ifade etmektedir.
Eski kaynaklar insanlık mirası olan bu büyük kütüphanenin birkaç kez yandığını yazmaktadır. MS. 48 yılında Roma İmparatoru Julius Sezar İskenderiye’yi kuşatma altında tutarken Romalı askerler limanda demirleyen gemileri yakmışlar ve kütüphane bu yangından büyük zarar görmüştür. Seneca’nın yazdıklarına göre 40.000 civarı eser bu yangında yok olmuştur. Roma hâkimiyeti altında kütüphanenin önemi azalmış bilimsel bir çalışma gerçekleşmemiştir. MS. 391 yılında İmparator I. Teodosius devrinde Hristiyan nüfusun pagan tanrılarını eleştiren nümayişleriyle beraber İskenderiye’de Hristiyan ve Paganlar arasında sivil savaş çıkmış, Hristiyan nüfus misilleme olarak kütüphaneyi yakmışlardır. Birkaç yüzyıl sonra Müslüman orduları Amr ibn As komutasında Kahireyi fethetmiş, fetihten 10 sene sonra İskenderiye’ye gelerek şehirde Hristiyan ilahiyatına dair son kalan kitapları yok etmişlerdir. Bu şekilde İskenderiye’deki insanlık mirası olarak kabul edilen kütüphane yok edilmiştir.
3.3.2. Antakya Akademisi
İskenderiye akademisinin yarattığı büyük etki tarihsel süreç içerisinde Hristiyan monofizitler ve Nesturiler aracılığıyla Antakya, Urfa ve Sassani coğrafyasına yayılmıştır. Felsefe okullarının yer değiştirme sürecinde yine politik kargaşalar etkili olmuştur. Bizans imparatorluğunda dışlanan Hristiyan heretik doktrinler (Nesturiler gibi…) ve ateizmle suçlanan bilim adamları Sassani imparatorluğunca sahip çıkılmış Bizans ve Sasani imparatorluğu arasında tampon bölge olan Güney Doğu Anadolu coğrafyasında yoğunlaşmışlardır. Bu siyasi ortam içerisinde Antakya Akademisi ve Urfa – Nusaybin okulları kurulmuştur.
Antakya akademisi İskenderiye’den gelen filozofların ve Hristiyan din adamlarının etkisiyle kurulmuş teoloji ve felsefe okuludur. Özellikle İznik Konsilinden sonra Antakya teolojik bir mahiyet kazanmıştır. Pozitif bilimler açısından gerek Hristiyan gerekse Müslüman bilginlerin pratik yaşamda ihtiyaç duydukları bilim dalı Tıp olmuştur. Galen’e ait 16 kitaptan oluşan külliyat İskenderiye’den Antakya’ya oradan da Süryani mütercimler aracılığıyla Arapçaya “Cevâmi’ül-İskenderaniyyin” adıyla tercüme edilmiştir. Bunun yanı sıra bilimsel araştırmalarda yöntem geliştirmeye yarayan aklın ilkeleri mantık derslerine ihtiyaç duyulmuştur. Bu nedenle Aristo’nun 6 kitaptan oluşan Organon kitabı tercüme edilerek diğer bilim dalları bunları takip etmiştir.
3.3.3. Edessa (Urfa) – Nissibis (Nusaybin) Okulu
Dünyanın ilk üniversitesi olarak anılan Nissibis (Nusaybin) okulu MS. 350 yılında Nusaybinli Yakup (Jacob of Nissibis, Mar Yaqub) tarafından kurulmuştur. Cündişapur mektebinin devamı mahiyetindedir. Eğitim dili Süryanice olan bu okul zaman içerisinde Hristiyan teolojisi üzerine çalışan bir merkez haline gelmiştir. Okulun müfredatı teoloji ve tıp’tır. 363 yılında Nusaybin Sasanilerin eline geçince Nusaybin Okulu Edessa (Urfa)’ya taşınmıştır.
Nissibis okulundan gelen Süryani din bilginlerinin kurduğu okuldur. Kökeni MS. 2. yüzyıldaki Abgar krallığına dayanmaktadır. Nissibis okulu Süryani Mor Efrem, Urfalı Mor Yakub, Missis’li Mor Teodor, Bar Sauma bu okulun önde gelen isimleridir. Bu okullar resmi devlet otoritesinin kabul etmediği Nesturilik doktrinini (Diofizit anlayışını) savundukları için İmparator Zeno tarafından MS. 489 yılında kapatılmıştır. Bu dönem sonrası Sasani İmparatorluğu'nda Hristiyanlara yönelik uygulanan zulüm durduğundan, okul yeniden Nusaybin'e taşınmış ve önemini korumuştur.
4. İSLAM İLAHİYATINDA DOĞAN İLK DÜŞÜNCE AYRILIKLARI
Buraya kadar anlatılan düşünce ekollerinin bulunduğu coğrafyaya İslam orduları geldiği zaman Yahudi, Hristiyan, Sabii, Dürzi, Yezidi, Mecusi gibi birçok küçük toplumlarla karşılaşmışlardır. Çoğunlukta olan Yahudi ve Hristiyan topluluklar kendi içlerinde mezheplere bölünmüşler ve Bizans-Sassani imparatorluklarının arasındaki politik mücadelelerin içinde kalmışlardır. Yüzyıllarca siyasi kargaşadan bıkmış durumda olan bu topluluklar bu kez güneyden oldukça güçlü bir şekilde gelen bir imparatorluğun altında toplanmışlardır. Müslüman halifeler çoğunlukla burada yaşayan gayrimüslim cemaatlere hoşgörü göstermişler, devlet kadrolarında yalnızca Müslümanların çalışmasına müsaade edildiğinden coğrafyanın kısa sürede İslamlaşmasını sağlamışlardır.
Müslümanlar burada bulunan halkı İslam dinine davet etmek için onları ikna yolunu seçmişler fakat burada eğitimli olan toplumun ileri gelenlerini ikna etmede oldukça zorlanmışlardır. Bunun için Müslümanlar, Kuran’ın felsefe ile ters düşmediğini ispat etmeye çalışmışlardır. (Felsefenin o dönemde “bilim” olarak algılandığını unutmamak gerekir.) Kutsal kitaplar arasında Kuran’ın en çok barış yanlısı kitap olduğu ve bilimsel çalışmaları teşvik eden birçok yönlendirmenin bulunması nedeniyle müslüman bilginler inandıkları kitaptan zerrece şüphe duymayarak bilimsel ve felsefi doktrinler üzerine gitmişler ve kendi ekollerini inşa etmeyi başarmışlardır.
Kutsal kitap Kuran’a olan bağlılıkları, askeri ve ekonomik olarak güçlü olmaları Müslümanları özgüven sahibi kılmış ve bu süreçte antik çağlardan gelen düşünce akımlarıyla uzlaşma sağlayabilmişlerdir. Müslümanlar gayrimüslimleri ikna edebilmek için onların metotlarını öğrenme gereksinimi duyarak Bağdat’ta Beyt’ül-Hikmet (Hikmet Evi) denilen tercüme okulunu kurmuşlardır. Büyük Bağdat Kütüphanesi veya Abbasi Devlet Akademisi olarak adlandırılan bu resmi kurumda birden çok dil konuşabilen (multi-linguist) Süryani bilginler maaş karşılığında istihdam edilerek antik felsefe metinlerinin Yunanca, Süryanice ve Pehlevice’den Arapçaya tercüme edilmesi sağlanmıştır.
Arap yarımadasının kuzeyinde yaşayan Müslümanlar gayrimüslimleri ikna etmek açısından mantık bilimine ihtiyaç duyarak Aristoteles’in Organon isimli mantık külliyatını tercüme ettirmişler. Aklın ilkelerine öncelik vererek, bu perspektiften, Kuran’a bakarak Kuran’da yer alan ilahi ifadelerin akla mantığa aykırı olup olmadığını incelemişlerdir. Kuran-ı Kerim’i anlama ve yorumlama yöntemleri geliştirerek Kuran’ın bilimsel keşiflerle ile çelişmediğini ortaya koymaya çalışmışlardır. Bunun için tefsir (Kuran’ı yorumlama bilimi) ve fıkıh (Kuran temelinde hukuk kuralları) ilahiyat ilimlerini geliştirmişlerdir. Fakat Kuran’ı yorumlarken (tefsir ederken) veya hukuk kurallarını tesis ederken (fıkıh hazırlarken) usul (yöntem, metot) tartışmaları ortaya çıkmıştır. Bu nedenle coğrafyalardaki bilimsel gelişmişlik ve gelenekler çerçevesinde usul-i tefsir ve usul-i fıkıh açılarından iki ekol meydana gelmiştir. Bu ekoller Ehl-i Rey ve Ehl-i Hadis olarak adlandırılmaktadır.
4.1. EHL-İ REY (IRAK EKOLÜ)
Ehl-i rey ekolü kabaca insan mantığı perspektifinden Kuran’a bakışı ifade etmektedir. Kuzey coğrafyada (Suriye, Irak ve İran) yaşayan Müslümanlar, buradaki antik ekollerin etkisi ile önceliği insan aklına vererek, bu perspektiften, Kuranı yorumlamışlardır. “Kuran, insan mantığı ile çelişmez” ilkesinden yola çıkarak Kuran’ın yorumlandığı bu akımda İslam ilahiyat bilimlerinin kaynağı olan Kuran ve hadisler akıl süzgecinden geçirilerek yorumlanmıştır. Ehl-i Rey, biraz da kişilerin mizacıyla, mesuliyet ve görev yüklenip yüklenmemeleriyle alakalı olarak ortaya çıkmış bir akımdır. Kuran ve hadisle çözümü mümkün olmayan olaylarda insanın aklına ve vicdanına danışarak cevap vermesi topluma karşı sorumluluk duygusunun gelişmiş olmasıyla alakalıdır. Bu bakımdan Hicaz ekolündeki İslam teologlarına göre Irak bölgesinde yaşayan bilginler daha cesur davranmışlardır. Hadis nakil eden sahabelerin yaşadığı bölge çoğunlukla Arabistan coğrafyası olduğundan Irak bölgesi hadis konusunda fakir kalmıştır. Buna rağmen Iraklı Müslüman bilginler soru ve sorunlarını çözebilmek için hadislerin bıraktığı boşluğu akıl ve vicdanlarının gereği olan rey (akıl, içtihat, kıyas) ile doldurmak zorunda kalmışlardır. Bu toplumsal zorunluluğun yanı sıra Kuran’ın akıl etmeyi, araştırma yapmayı, yerde ve gökte bulunan varlıklar hakkında tefekkür etmeyi emreden ayetlerinin bulunması Müslümanların pozitif bilim dallarını benimsemelerinde büyük etken olmuştur. Coğrafyada bulunan birçok insanın İslamiyet’i kabullenmelerinde İslam bilginlerinin Aristo’nun mantığına dayanarak geliştirdikleri akıl temelli yöntem ve Kuran’ın getirdiği hoşgörü ortamının etkileri büyüktür.
Bu akılcı yaklaşıma karşılık Hicaz coğrafyasında yaşayan, İslam dininin otantikliğinin bozulmasından yana endişeleri olan, bilginler, akıl temelli tercüme ve yorumlama metodunu eleştirerek İslami bilimlerin Hadis perspektifinden ele alınması gerektiğini savunan bir metot ileri sürerek Ehl-i Hadis (Hicaz) Ekolü’nü kurmuşlardır.
4.2. EHL-İ HADİS (HİCAZ EKOLÜ)
Peygamberin bir hadisine göre sıraladığı kronolojik süreç asr-ı saadet, tâbiin ve tebe-i tâbiin olarak adlandırılmıştır. Asr-ı Saadet, peygamberin ve onun arkadaşları olan sahabenin yaşadığı döneme verilen isimdir. Tâbiin dönemi, peygamberin sahabesini (arkadaşlarını) görmüş ve onların eğitiminde bulunmuş kimseleri kapsar. Tebe-i Tabiin ise üçüncü kuşak olarak ifade edilen Tabiin’in eğitiminde bulunmuş kimseleri kapsamaktadır. Bu kronolojik süreç aşağı yukarı Hicret’ten sonra 200 yıllık bir dönemi kapsamaktadır. Bu süreç içerisinde Müslümanlar bir yanda iç isyanlar ve taht kavgaları ile mücadele ederken diğer yanda peygamberin fiilleri ve sözlerini içeren hadis kitaplarını derlemekle meşgul olmuşlardır. Peygamberin sağlığında söylemiş olduğu sözler ve fiilleri rivayet eden sahabe, tabiin ve tebe-i tabiin grubuna mensup olan Müslümanlar hadislerin haddinden fazla olması, iktidar mücadelelerinde siyasi ikbal için peygamberin söylememiş olduğu sözlerin de peygamber söylemiş gibi aktarılmaya başlanması Müslümanları hadis konusunda kategori yapmaya itmiştir. Bu sebeple usul-i hadis (hadislerin peygambere ait olup olmama kriterlerinin belirlendiği) ilim dalı ile hadisler sahih (gerçek), hasen (iyi), sakim (zayıf) ve gayri sahih (gerçek olmayan) olarak gruplandırılarak kitaplar yazılmıştır. Bu yazılan kitaplar içerisinde en çok itibar edilen en sahih hadisler Kütüb-ü Sitte (Altı Kitap) olarak adlandırılan kitaplarda derlenmiştir. Sünni Müslümanların hadis referans kitabı olan altı kitap şunlardır; Sahih-i Buhari, Sahih-i Müslim, Sünen-i Nesai, Sünen-i Tirmizi, Sünen-i Ebu Davud ve Sünen-i İbn Mace.
Bu açıklamalar doğrultusunda Müslümanlar, Kuran’ı ve evreni açıklarken, insan aklını önceleyenler (ehl-i rey) ve peygamberin hadislerini önceleyenler (ehl-i hadis) olarak iki gruba ayrılmışlardır. Ehl-i Hadis grubuna mensup olan Müslüman entelektüeller Hicaz merkezli iken Ehl-i Rey grubuna mensup olanlar Bağdat merkezli olarak ekollerini oluşturmuşlardır. Aklı önceleyen Bağdatlı entelektüellere karşı Hicazlı âlimler Kuran’ı ve evreni açıklamada insan aklının yorumlarının karıştırılmaması peygamberin hadislerindeki ifade edilen haliyle yorumlanması gerektiği sıkı sıkıya vurgulanmıştır. Hicazlı âlimler İslam’ın temel ilke ve prensiplerinin değişime uğraması endişesiyle bu konuda ısrarcı davranmışlardır. Buna karşılık kuzeyde (Suriye ve Irak coğrafyasında) yer alan Müslümanlar Kuran ve hadislerden yola çıkarak insan mantığı doğrultusunda birçok fikri ve ameli (düşünsel ve davranışsal) konuları bir sistematiğe oturtmayı başarmışlardır. Ehl-i Rey’in aklı önceleyen bu tercihi, yukarıda bahsedildiği üzere, metropolit (çok uluslu, çok inançlı) bir ortamda olmalarından bir mecburiyet olarak ortaya çıkmıştır.
5. İSLAM FELSEFE EKOLLERİ
İslam dini entelektüelleri, MS. 7. yüzyıldan itibaren antik çağdan gelen felsefe (bilim) düşünce akımları ile karşılaştıklarında felsefi eserleri dönemin hâkim dili olan Arapçaya tercüme ettirerek bu bilim dalları ile ilgilenmeye başlamışlardır. Bu felsefi metinlerle ilgilendikçe zaman içerisinde bakış açıları çerçevesinde bir anlamda hizipleşme (gruplaşma, ekolleşme) ortaya çıkmıştır. Bu ekolleşmeleri ana hatları ile sistematize etmek gerekirse Müslüman düşünürler Meşşâîler, İşrakîler, Mütekellim ve Mutasavvıflar olarak gruplandırılabilir.
Tarihsel süreçte Müslüman bilginler, dindar düşünürler ve dini hassasiyeti olmayan bilginler olarak iki gruba ayrılmışlardır. Bir kısım düşünür İslam inancının temel akidelerini benimseyerek, dindar ve inançlı kimseler olarak doğayı ve evreni açıklamaya çalışmışlardır. Öte yandan bir kısım düşünür şahsi inançlarını bir kenara bırakarak İslami umdeleri öncelemeden evrene ve doğaya dair açıklamalarda bulunmuşlardır. Bu şekilde Müslüman düşünürler dini bakış açısına sahip bilginler ve felsefi bakış açısına sahip bilginler olarak ikiye ayrılmışlardır.
Aynı zamanda bu bilginlerden bazıları yalnızca düşünce (akıl) ile teorik (nazari) yoldan evreni açıklamaya çalışmışlar, bazıları ise keşf (uygulama) ile pratik (ameli) yoldan evreni açıklamaya çalışmışlardır. Yani kısaca bazıları evrene dair teoriler, hipotezler, düşünceler üretirken bazıları kendi hayatında bir kısım yöntemleri (meditasyon, halvet, zikir… vs.) uygulamak suretiyle pratik olarak evreni açıklamaya çalışmışlardır.
DİNFELSEFE
AKIL (TEORİK, NAZARÎ)KELÂM (MÜTEKELLİM)MEŞŞAÎLİK (RASYONALİSTLER)
KEŞF (PRATİK, AMELÎ)TASAVVUF (MUTASAVVIF)İŞRÂKÎLİK
Tabloda görüleceği üzere dini hassasiyetleri yüksek olan düşünürlerin akıl (teorik) yoluyla hakikati arayanlarına Kelamcılar denirken, keşf (pratik) yolu vasıtasıyla hakikat arayışında olanlarına Tasavvufçular denilmektedir. Diğer yandan herhangi bir dini kısıtlamalar ile kendini kısıtlamadan hakikat (felsefe) arayışında olan bilginlerden akıl (teori) yolunu seçenlere Meşşâîler, keşf (pratik) yolunu seçenlere İşrâkîler denilmiştir. İslam düşünürlerini temelde bu şekilde gruplandırmak mümkünken tarihsel süreçte bir tasavvufçunun aynı zamanda mütekellim olabileceğini, bir işrak filozofunun aynı zamanda meşşai düşünürü olabileceğini göz ardı etmemek gerekir. Takip eden bölümlerde bu düşünce ekollerinin temel öğretileri, önde gelen temsilcilerinin kimler oldukları ve literatüre kazandırmış oldukları eserleri ele alınmıştır.
5.1. KELÂM
Kelâm; İslam dininin inanç (akaid) konularını irdeleyen ve tarihsel olarak bu çerçevede gelişen dini-felsefi kuram ve teorilerle ilgilenen ilim dalına İlm-î Kelâm denir. Bu anlamda kelâm imanla ilgili konu ve sorulara izah ve ispat getirme amacıyla geliştirilen teolojik felsefenin adıdır. Başlangıçta tamamen dini içerikli olan kelam ilmi fıkıh (İslam Hukuku) içerisinde değerlendirilen bir konuyken sonradan fıkıg-htan ayrılmıştır. Fıkıh; âmelî (ibadetsel) meseleler üzerinde, kelâm ise itîkâdî meseleler üzerinde yoğunlaşmıştır. Kelamcılar inancı ilgilendiren birçok sorular sormuşlar veya sorulan sorulara akli cevaplar aramışlardır.
  • Allah'ın zat ve sıfatları nelerdir, bu sıfatlar zâtından ayrı mıdır yoksa aynısı mıdır? Bu sıfatlar ezeli ve ebedi midirler, yoksa hadis (yani sonradan olma, yaratılmış) mıdırlar?
  • Marifetullah: Allah'ın zatı bilinebilir mi? Bu bilgiye nasıl ulaşılır? Bu bilgiye ulaşmanın tek yolu peygamber ve din yoluyla mı olur yoksa akıl yolu ile bu bilgiye ulaşılabilir mi?
  • Ru'yetullah: Allah'ın görülüp görülemeyeceği meselesi, Allah'ın hem her yerde olması hem de hiçbir yerde olmaması konusu.
  • Kur'an mahlûk (yaratık) mudur yoksa mahlûk değil midir? Kur'an Allah'ın sözü ise bu söz Allah'ın zatı ile birlikte ezelden beri var mı idi, yoksa sonradan mı konuşulmuştur?
  • Kaza ve kader konusu, kader karşısında insanın irade ve sorumluluğu nedir?
  • Nübüvvet (peygamberlik): Peygamberliğin nitelikleri ve şartları nelerdir? Peygamberle görüşmeyen insanlar, Allah'a inanmakla sorumlu tutulurlar mı?
  • Mucize ve kerâmet hak mıdır ve gerçek midir?
  • Büyük günahların neler olduğu ve büyük günah işleyenin durumun ne olduğu, büyük günah işleyenin imanı azalır mı azalmaz mı, dinden çıkıp irtidad mı etmiş olur, yoksa çıkmaz da fasık mı olur? Gibi konular.
  • İmâmet, (halifelik hakkı ile ilgili Şii-Sünni tartışmasının inanç boyutu)
  • Hidâyet, hidayet Kur'anda belirtildiği gibi Allah tarafından verilen ve alınan bir şey midir, değil midir?
  • Doğru ve yanlışın tanımı, Bir şey yanlış ve kötü olduğu için mi günah olur, yoksa bir şeyi kötü yapan o şeyin Allah tarafından yasaklanması mıdır?
  • İman'ın sabit mi yoksa artan ya da eksilebilen bir kavram mı olduğu, iman-amel münasebeti (amelin imandan bir parça olup olmadığı) tartışmaları.
  • Ruh'un mâhiyeti gibi konularda tartışma ve görüşler geliştirmişlerdir.
Bu sorulara cevap arayan İslam bilginleri akıl yürütmek yoluyla çeşitli delillerini ortaya koyarak teoriler geliştirmişler ve tarihsel süreçte çeşitli itikadi mezhepler (ekoller) ortaya koymuşlardır. Bu ekollere Selefiyye, Maturidiye, Eş'ariyye, Mutezile, Kaderiyye, Cebriyye, Mürcie, Mücessime, Müşebbihe örnek gösterilebilir. Tarihte takipçisi en fazla olan İslam kelamcılarına Ebü'l Hasan Eş'arî (873 - 935) ve Ebu Mansur Muhammed Maturidi (863-944) örnek verilebilir. Kelam ilim dalı bir anlamda İslam Felsefesi olarak adlandırılabilir. Kelam ilminin kurucusu din bilgini Vâsıl b. Atâ (699 - 748) iken ilk kez sistematize eden onun öğrencisi Ebu'l-Huzeyl el-Allâf (ö. 840)’tır. Ebu'l-Huzeyl el-Allâf yazmış olduğu eserlerde kelamın konularını şöyle sıralamıştır;
  • İlim: Bilgi Felsefesi (Epistemoloji)
  • Nazar: Teoriler
  • Umur-u Amme: Varlık Felsefesi (Ontoloji)
  • Cevherler: Nesnelerin altında yatan varlıklar, taşıyıcı özler (Lat. Substantia)
  • Arazlar: Nesnelerin yüzeyinde meydana gelen değişken haller.
  • İlahi Zat ve Sıfatlar: Tanrının zatı ve sıfatları tartışmaları.
  • Nübüvvet: Peygamberlik makamının anlamı ve mahiyeti.
  • Mebde ve Mead: Varlığın nasıl başladığı ve sonunun neye varacağı konusu.
  • Esma-i Şer’iyye: Mümin, münafık, kâfir, fasık olmanın sınırları.
  • İmamet: İmamların masumiyet sorunsalı.
5.2. TASAVVUF
Tasavvuf doğayı, çeşitli pratikler yardımıyla (davranışsal olarak, mükâşefe metoduyla) varlık - tanrı ilişkisini kavramaya yarayan ekoldür. Peygamberin vefatından hemen sonra İslam coğrafyasının genişlemesiyle büyük bir zenginlik ve refaha kavuşan Müslümanların yaşam tarzlarına karşı protest olarak ortaya çıkmış bir disiplindir. Peygamber ve çevresindeki müslümanlar yoksulluk içinde yaşamışlardır. Zengin olanlar da mal varlıklarını İslam için harcamışlardır. Fakat Hicretten yüzyıl sonra bu neslin torunları, büyük bir zenginlik ve ihtişam içerisinde yaşam sürmeye başlayınca bir grup müslüman, zengin ve ihtişamlı yaşamı eleştirerek Sûf denilen yünden yapılmış kıyafetler giyinerek halktan uzaklaşmışlar ve kendi nefislerini terbiye etmekle, ahlaken kemal sahibi bir insan olmanın yollarını ve yöntemlerini geliştirmişlerdir. İşte bu protesto içeren ekole tasavvuf, takipçilerine de mutasavvıf ismi verilmiştir. Tasavvufta Peygamberin orada halktan uzak kalarak nefsini terbiye ile uğraştığına, sahabeden Ali ve Ebubekir gibi bazı kimselerin tasavvufi gerçekleri Peygamber'den aldığına ve nesilden nesile aktardığına inanılır.
İslam tasavvufu çeşitli sohbet, halvet, uzlet, zikir gibi çeşitli pratikler ile insanın manevi olgunlaşmasını hedefleyen yaşam pratiğidir. Yalnızca insan tecrübesini iddia ederek insanın tanrı karşısındaki hallerini gözlemlemek suretiyle bilgi edinmeye ve insan davranışlarını saflaştırmaya çalışmışlardır. Tanrı karşısındaki insan hallerinden iman, ihsan (iyilik), empati, tolerans, öfke kontrolü, dilin afetleri gibi bir çok duygu ve davranışları insan yaşamında tecrübe ederek sonuçlarının bir bilgi (veya kemalat, olgunluk) doğurup doğurmadığını gözlemlemişler ve bunları kategorize etmişlerdir. Tasavvuf temelde “Cebrail Hadisi” ve “Nevafil Hadisi” olarak bilinen iki sahih hadise dayandırılır. Tasavvuf hareketi tarihsel süreçte 3 döneme ayrılır:
ZÜHD DÖNEMİ (M.S. 622-822)TASAVVUF
DÖNEMİ

(M.S. 822 - 922)
TARİKATLER
DÖNEMİ

(M.S. 922 - 1122)
(Tehalli)(Tahalluk)(Tahakkuk)
1. Zühd Dönemi
  • Ashab-ı Suffa
  • 4 Halife Dönemi
2. Zühd Dönemi
  • Medine Ekolü
  • Basra Ekolü
  • Kûfe Ekolü
  • Horasan Ekolü
  • Mısır Mektebi
  • Şam Mektebi
  • Bağdat Mektebi
  • Nişabur Mektebi
  • Abdülkadir Geylanî
  • Ahmed Er-Rıfâî
  • Ahmed El-Yesevî
  • Abdulhalik Gucduvanî
  • Necmeddin-i Kübrâ
  • Şehabeddin Sühreverdî
  • Muhyiddin İbn-i Arabî
  • Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî
  • Ebü’l-Hasan eş-Şâzelî
Basra mektebinde meşhur kadın mutasavvıf Rabia’tül-Adeviyye hicri 200’den önce bir ekol başlatmıştır. Onun felsefesine göre kâinat, aşk ve sevgi (muhabbetullah) üzerine kurulmuştur. Buna karşılık Basra’da yetişen bir diğer mutasavvıf Hasan-ı Basrî ise kâinatın temelinde korku ve hüzün (muhafvetullah) olduğunu öne sürmüştür. Kûfe mektebinde ise Ebu Hâşim, Süfyan-ı Servî gibi mutasavvıflar Kerbela vakasından duyulan büyük teessürle Tevvabin (tövbe edenler) ve Bekkâûn (çokça ağlayanlar) ekolünü geliştirmişlerdir. Bununla birlikte Mavreünnehr (Transaxonia) coğrafyasında Horasan ekolü doğmuştur. Bu ekolün önde gelen iki temsilcisi İbrahim İbn Edhem ve Şakik-i Belhî tevekkül (yaratıcıya olan güven ve bağlılık) düşüncesini geliştirmişlerdir. Bu iki mutasavvıf arasında şöyle bir muhavere (diyalog) geçmiştir:Zühd dönemi peygamberin, sahabesinin yaşadığı hicretten sonraki ilk 200 yıllık dönemi kapsamaktadır. Bu dönemin en önde gelen isimleri Ebû Zer Gıfârî ve Berrâ b. Mâlik gibi sahabilerdir. Zühd kelimesi dünyanın sunduğu zevk ve imkânlarından uzak kalarak manevi gelişimi ifade etmektedir. Zühd ehli kimselere zâhit ismi verilmektedir. Birinci zühd dönemi peygamberin Medine’de yaptırmış olduğu Mescid-i Nebevî’de konaklayan genç Müslümanların oluşturduğu ashab-ı suffa’yı ve peygamberden sonra gelen dört halife dönemini kapsamaktadır. Bu dönemde Allah- Alem ilişkisini Allah’ın merhamet sıfatı üzerine temellendirerek ayetleri ve varlığı merhamet sıfatı üzerinden değerlendirmişlerdir. Bunun yanı sıra insanın iradesiyle gerçekleştirdiği hallerini incelemişlerdir. Yöntem olarak tehalli (her iş ve oluşta Allah’ın merhametini müşahede etme)’yi seçerek insan davranışlarını saflaştırmaya çalışmışlardır. Dört halife dönemi sonrasında ikinci zühd dönemi başlamış bu dönemde Medine, Basra, Kûfe ve horasan ekolleri ortaya çıkmıştır. Medine ekolünde Müslümanların savaş ganimeti olarak kazandıkları yüksek miktardaki mal ve paralar sahabenin çocuklarına yüksek imkânlar sağlamış ve bir anda yükselen refah, fitne ve fesat karşısında bir kısım dindar Müslümanlar bu gösterişli yaşam tarzına muhalefet etmişlerdir.
Şakik ve İbrahim Ethem bir gün karşı karşıya oturmuş sohbet ederlerken Şakik ona “Nasıl yaşıyorsunuz?” diye sorar. İbrahim Ethem, “Nasıl yaşayacağız? Bulursak şükrediyoruz, bulamazsak sabrediyoruz.” diye cevap verir. Şakik, “Bizim Horasan’ın köpekleri de böyle yaparlar.” diye karşılık verince İbrahim Ethem şaşırarak “Ya, siz ne yapıyorsunuz?” der. Şaşik Hazretleri: “Biz mi? Bulursak bizden daha muhtaç olanlara veriyoruz. Bulamazsak şükrediyoruz.” Şeklinde cevap verir. İbrahim Ethem Hazretleri, Bu sözün üzerine kalkar, dostunun alnından öper.
Bu diyalogdan da anlaşılacağı üzere bu ekole mensup olan daha çok Türklerden oluşan mutasavvıflar Allah’a tevekkül, onun verdiklerine şükretmek ve elde olanı muhtaçlara dağıtmak üzerine kurulu bir doktrine sahiptir.
Hicretten 200 sene sonra tasavvuf hareketi ilk yazılı eserlerini vermeye başlayarak literatürde tasavvuf dönemi olarak adlandırılan döneme geçiş yapılır. Bu dönem hicri olarak 200 ile 500 yıllarını kapsamaktadır. Bu dönemde yöntem olarak tahalluk seçilmiştir. Tahalluk, “Allah’ın ahlakıyla ahlaklanın.” hadisine dayanarak toplumda ahlaklı bireyler yetiştirme amacına yönelmektir. Bireysel ahlak toplumsal ahlak pratiğine doğru dönüştüğünden toplumsal ahlak kuralları siyaset felsefesini doğurmuştur. Bu sebeple ilerleyen yüzyıllarda politikacıların uymaları gereken ahlak kural kitapları yazılmıştır. Bunlara Edip Ahmet Yükneki’nin Atabet’ül Hakayıkı, Yusuf Has Hacib’in Kutatgu Bilig’i, Farabî’nin Medinetül Fazılası örnek gösterilebilir.
Bu dönemde Mısır Mektebi’nden Zünnûn-i Mısrî Hermetizm geleneğinden etkiler gösteren “Marifet” (Allah’ı bilmek) kavramını ilk kez tanımlayarak tasavvuf ilmini yazıya geçirmiştir. Şam mektebinde yetişen Ebu Süleyman El-Daranî açlık ve gece ibadeti üzerinde tezler geliştirerek insanın egolarını ve aşırılıklarını önlemeye çalışmıştır. Buna karşılık Bağdat okulunda yetişen Beyazıd-ı Bistamî ve Hallac-ı Mansur manevi sarhoşluk (sekr hali) ilkesi ile hareket ederlerken, onlara hocalık eden Cüneyd-i Bağdadî temkinli davranma, itidalli olma yolunu tercih etmiştir. Bu dönemde bir de Nişabur Mektebinde Melamilik anlayışı ortaya çıkar. Tasavvufun kurumsallaşmasına protesto olarak doğmuştur. Önceden bireysellik varken tasavvuf ekolleri okullaşarak tekke çevresinde geleneğe dönüşmeye başlamıştır. Nişaburda yaşayan Hamdun Kassar isimli mutasavvıf bu duruma itiraz ederek tasavvufun asıl amacının bireysel kemalat olduğu ve bu kemalatın da ancak zemm ve levm (kendini ekleştirmek ve kınamak) ile temin edilebileceğini ileri sürmüştür. Bu dönemde tasavvuf ekolünün yazıya geçirilmiş kuralları ile ilgili okunabilecek bir çok eser mevcut iken tasavvufun yöntem ve sistemi ile ilgili Haris El- Muhasib’in “Er-Riʿâye li-ḥuḳûḳıllâh ve’l-Kıyâm bihâ” kitabı, Hakim El-Tirmizi’nin “Hatm’ül Evliyâ” kitabı ve Hucviri’nin “Keşf’ül Mahcûb” isimli eseri ve İmam Gazâlî’nin “İhya’yı Umûmmiddin ve Mişkât’ül Envâr” kitapları önerilir.
Hicri 500’den sonra tasavvuf ilmi tarikatlar dönemi olarak adlandırılır. Bu dönemden önce ekoller şehir isimleri ile adlandırılırken, bu dönemden sonra zühd ve tasavvuf öğretilerini içselleştiren bir kısım mutasavvıflar adına ekoller oluşturulur. Bu dönemde tehalluk (Allah’ı müşahede etme), tahalluk (Allah’ın ahlakı ile ahlaklanma) ve tahakkuk (hakikate erme) yöntemleri benimsenmiştir. Tasavvuf öğretisi geleneğinden gelen mutasavvıflar adına takipçileri tarafından sistemleşerek müesses tarikatlar kurulmuş ve bu tarikatlar yolun büyüğü olan bir mutasavvıf ile isimlendirilmiştir. Tarikat postnişinleri (liderleri) kendi silsilelerini sabit hale getirerek ya Hz. Ebu Bekir veya Hz. Ali aracılığıyla Hz. Peygambere dayandırırlar. Bir önceki postnişin tarafından onaylanmayan bir kimsenin evliyalığı veya postnişinliği kabul edilmez. Bu yüzden tarikat silsilelerinde meşruluğu sağlayan en önemli kurum icazet (diploma) sistemidir. Fakat buna rağmen bir tarikat liderinin herhangi bir kimseye postnişinlik vermeden vefat ettiği haller meydana gelmiş ve bu durumda ana tarikat sonraki birkaç postnişin sebebiyle kollara ayrılarak tarikatların sayısı çoğalmıştır.

Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî Türbesi
İslam Rönesans’ı olarak adlandırılan hicretten 500 yıl sonra kurumsallaşmaya başlayan tarikatların ana kurucu isimleri şu kimselerdir;
  • Abdül Kadir Geylânî (1077 - 1166): Kâdîrîlik tarikatının kurucu babasıdır.
  • Ahmed Er-Rıfâî (1118 - 1182): Rıfâîlik isimli Alevi-Türkmen tarikatının kurucu ismidir.
  • Ahmed El-Yesevî (1093 - 1166): Yusuf u Hemedani’nin öğrencisi olan Hoca Ahmed Yesevi, Yesevîlik tarikatının kurucu babasıdır. Türkmenler arasında en çok kabul görmüş, devamında Babailik, Haydarilik, Kalenderilik, Bektaşilik, Anadolu Aleviliği gibi birçok kola ayrılmıştır.
  • Abdülhâlik Gucdüvânî (1103 - 1179): Yusuf u Hemedani’nin bir diğer öğrencisi olan Abdülhâlik Gucdüvânî Nakşibendilik tarikatının kurucusudur. Yesevilik ve Nakşibendilik aynı kaynaktan gelen iki Türkmen tarikatıdır. Nakşibendilik tarihsel süreçte Müceddidiyye, Hakkaniye, Halidiye, , Mahmudiyye, Süleymaniyye gibi birçok kollara ayrılmıştır.
  • Necmüddin-i Kübrâ (1145 - 1221): Kübreviyye tarikatının kurucusudur.
  • Diyaüddin Ebu'n-Necib Es-Sühreverdi (1097 – 1168): Fars asıllı Sühreverilik tarikatının kurucusudur.
  • Muhyiddin İbnü'l-Arabî (1165 - 1240): Ekberîlik tarikatının kurucusu olan İbn-i Arabî yazmış olduğu “Fütühat-ı Mekkiye” ve “Füsus’ül Hikem” eserleri ile Vahdet-i Vücud (Varlığın Birliği) öğretisinin baş sözcüsü olarak tarihe mal olmuş ve sufi metafiziğini felsefi düşünceler üzerine bina etmiş önemli bir İslam mutasavvıfıdır. Sadreddin Konevi’nin babasıdır.
  • Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî (1207 - 1273): Mevlevîlik tarikatının kurucu babasıdır. Zamanı ve mekânı aşan öğretisiyle günümüzde dünyada en çok hakkında kitap yazılan ve kitabı okunan şair haline gelmiştir. Mevlana Celâleddin’in öğretisinde Ekberîlik ekolünün yoğun izleri görülür.
  • Ebü’l-Hasan eş-Şâzelî (1197 - 1258): Günümüzde Kuzey Afrika’da yaygın olarak müntesibi bulunan Şazeliyye tarikatının kurucusudur.
Bu ekollerin temelde amacı ilk aşamada kalbi tanrıdan başka her şeyden tasfiye ederek tezkiye etmek (temizlemek), sonra zikir, sohbet, halvet, uzlet, ölümü anmak ve kuran okumak gibi amellerle kalbi parlatmak, cilalamak ve bir sonraki süreç olan güzel ahlak sahibi bir kimse olarak marifete (Hak ile Hak olmak) ermektir.
5.3. MEŞŞAİLİK (RASYONALİSTLER)
Meşşâîlik (Meşşâîyyûn) “yürüyenler” (yürüyücülük) anlamına gelen bir kelime olarak Aristotales’e dayanır. İslam dünyasında Aristotales “muâllim-i evvel” (birinci öğretmen) olarak kabul edilir ve Aristo derslerini Atina, Assos gibi kentlerde kurduğu okulların avlusundaki stoalarda (revaklarda) yürüyerek ders verdiği için antik Yunancada bu okullara “Peripatetik okul” (yürüyenlerin okulu) isimlendirmesi veriliyordu. Peripatetik okul kavramı tercüme ile Arapça Meşşâîyyûn (yürüyenler) olarak bir başka ifade ile “İslam Aristoculuğu” literatüre geçmiştir. Bu ekole mensup feylesoflar Aristoteles’in yanında Platon’dan ve Yeni Eflatunculuktan yararlanmışlardır.
Yeni Eflatunculuk (Neo-Platonizm), MS. 270 yılında ölen Plotinus’un, Platon’un idealar teorisine dayanarak ortaya attığı mistik bir felsefedir. Kısaca bu felsefeyi açıklamak gerekirse Yeni Eflatunculuk, materyalist felsefeyi tümden reddeden monoteist (tek tanrıcı), panteist (tüm tanrıcı) ve sudur’u (varlığın tanrıdan taşmasını) esas alan bir felsefedir. Zerreden küreye (mikro ve makro kozmos (âlemler)) her şey bir tek olan tanrıdan fışkırır, taşar ve akarak tekrar o bir olan süper güce geri döner. Bu anlayış teist yaratılış teorilerine karşı ve aykırı olmasına rağmen St. Augustin tarafından Hristiyanlığın teslis (Baba-Oğul-Kutsal Ruh) ve İsa’nın reenkarnasyonu inançlarına felsefi bir temel teşkil edecek şekilde dinin esas öğretisi haline gelmiştir. Aynı zamanda Sudur (taşma) doktrini İslam dünyasında tasavvufun felsefi bir muhteva kazanmasında tesirli olmuştur. İslam bilginleri, Platon’nun idealar dünyasına dayanan sonradan Plotinus’un mistik mahiyet kazandırdığı “Sudur Nazariyesini” benimseyerek varlık (Ontoloji) felsefelerini inşa etmişlerdir.
İslam Peripatetik okulları problemlerin çözümünde İslam ışığında akla öncelik tanıyarak rasyonalist bir yöntem geliştirmişlerdir. En belirgin özellikleri din ve felsefeyi ortak bir paydada toplayarak akıl-vahiy ilişkisini uzlaştırmaya çalışmaktır. Ruh’un varlığını devam ettirmek için bedene muhtaç olmadığını savunmuşlardır. Felsefe tarihinde ilk defa nübüvveti (peygamberlik kurumunu) felsefi olarak temellendirmeye çalışmışlardır. Ahlak felsefesi konusunda da Epikürcülüğün (haz temelli ahlak) felsefesini kabul etmeyerek Stoacı (erdem temelli ahlak) felsefeyi benimsemişlerdir. Ahlakın en yüce amacı mutluluğa erişmektir. “Mutluluk bu dünyada tam anlamıyla elde edilemez, ancak ölümden sonra Tanrı’ya kavuşmakla tamamlanır şeklinde düşünürler. Bu konuda “def-i ahzan” (hüzünleri def etme metotları), “Risâletün es- Saʿâde ve’l-isʿâd” (mutlu olma (ahlak) ve mutlu kılma (siyaset) risalesi) gibi psikolojik eserler kaleme almışlardır.
İslam meşşâîleri (peripatetikleri), varlığı, zorunlu varlık (vâcib’ül vücûd), mümkün varlık ve mümtenî varlık olarak üçe ayırmışlardır. Zorunlu varlık tanrının kendisidir. Vücudu (mevcudiyeti) vâcib olan Allah’tır. Her şey mevcudiyeti zorunlu olan tanrının varlığından sudur (taşmaktadır) etmektedir. Mümkün varlıklar ise imkân dâhilinde var olan, varlığı ve yokluğu eşit olan varlıklardır. Bu varlıklar bu dünyada var olan maddelerden yaratılma ihtimali olduğundan her zaman yok olmaya ve yeniden yapılmaya mahkûmdur. Örnek vermek gerekirse bit yazı yazan kişi için her harf mümkün varlıktır. Harfler yazılabilir de yazılamayabilir de, böylelikle bir harf için her iki taraf ta mümkündür; olmak ya da olmamak. Üçüncü varlık ise mümtenî varlıklardır. Mümtenî varlıklar var olması düşünülemeyen, var olması mümkün olmayan varlıklardır. Meselâ, bir rakam ya çifttir ya da tektir. Bir rakamın hem çift, hem de tek olması mümtenîdir. Bir insanın aynı anda hem ayakta hem de oturur olması da mümtenîdir. Bir başka örnek Cenâb-ı Hakk'ın ortağı ve benzeri olması da mümtenîdir.
Mümkün varlıkların iki ciheti vardır; olmak veya olmamak. Bu varlıkların var olmasının nedensellik (sebep-sonuç) ilkesi içerisinde dört adet sebebi vardır; fâil neden, formel (şeklî) neden, maddî neden ve gayî neden. Örnek ile açıklamak gerekirse bir ayakkabının fail nedeni insandır. İnsan ayakkabının yapıcısıdır. Ayakkabının formel (biçimsel) sebebi ortalama bir ayağa geçirilecek şekilde yapılmasıdır. Maddî sebebi, ayakkabının hangi materyalden üretildiğini gösterir. Gayî nedeni ise ayakkabının ne amaçla kullanılacağının gösterilmesidir. Bu şekilde her somut nesnenin 4 nedensel ilkesi bulunur. Antik Yunan filozoflarının varlığın maddi nedeni olarak belirledikleri “Anâsır-ı Erbâ” (4 unsur; ateş, toprak, hava, su) kavramları İslam filozoflarınca göz ardı edilmeyerek temel “ousia” (öz) olarak kabul edilmiştir.
İslâm meşşâîleri, kâinatın ortaya çıkışını çelişkiden uzak ve daha anlaşılabilir bir sistemle açıklamak istediklerinden, tarihte Platon ve Plotinus’un ortaya koydukları, “Sudur Nazariyesini” geliştirmişlerdir. Sudur nazariyesine göre Allah, her türlü iyilik ve güzelliğin kaynağı olup, bil fiil akıldır. Allah, hem âkil (akleden), hem mâkûl (akledilen) ve bizatihi aklın ta kendisidir. Bir başka sıfat üzerinden örnek vermek gerekirse Allah hem âşıktır, hem mâşûktur ve bizatihi aşkın kendisidir. Örnekleri çoğaltmak mümkündür, Allah, hem râhim (merhamet eden), hem merhûm (merhamet edilen) ve bizatihi rahmettir (merhametin kendisidir). Bu şekilde düşünüldüğünde Allah kâinatın var olması için yeterli sebeptir. Muharrik-i evvel (ilk hareket ettirici) ve sebeb’ül-ûlâ (ilk sebep) Cenâb-ı Hakk’ın ta kendisidir. O’nun tahriki (hareket vermesi) ile kâinatta işler ve oluşlar neden-sonuç zinciri içerisinde enerji bularak vuku bulur. Meşşâîlikte evren ve varlık tasarımı sudur (taşma) teorisine dayanır.
Meşşâîleri evreni ikiye bölerek açıklamaya çalışmışlardır. Dünyaya en yakın gök cismi ay olduğundan, kâinatı “ay altı âlem” ve “ay üstü âlem” olarak ikiye bölmüşlerdir. Ay altı âlem dünya ile ay arasındaki bölgedir (fizik âlemi) ve burada sıcaklık, soğukluk, yaşlılık, kuruluk, doğrusal hareket (hareket-i müstakime) mevcuttur. Ay üstü âlem ise yıldızlar ve gezegenlerden oluşan âlemdir ve burası bilinmezlik yumağıdır (metafizik), burada gök felekleri yer almakta ve burada dairesel hareket (hareket-i müstedire) bulunur. İnsan fizik âlemi ile metafizik âlem arasında bir köprü görevi üstlenmiştir. Her iki âlem arasında gidip-gelmenin anahtarı ise insan aklıdır. Meşşâî filozoflar dairesel hareketi uzaya, doğrusal hareketi doğaya atfettikleri için müslüman filozoflar kan dolaşımı, paranın sirkülasyonu, hava dolaşımı gibi doğada yer alan dairevi dolaşımları keşfetmeleri çok geç olmuştur. Örneğin küçük kan dolaşımını ilk kez İbn’ün Nefs isimli İslam tabibi, büyük kan dolaşımını ise batılı doktor Harvey keşfetmiştir.
Meşâîler peygamberlik kurumunu kabul ettiklerinden tarihte ilk kez bu kurumu felsefi olarak tartışan filozoflar olmuşlardır. Döneminde var olan dehriyye (ateist, deist) ve tabiatçı (materyalist) ekollerin aksine Meşşâîler peygamberlik kurumunu felsefi zeminde tartışmışlardır. Peygamberlik kurumu için getirdikleri açıklamaya “ittisal teorisi” ismi verilir. İttisal teorisine göre Allah on kez akıl katmanlarından taşarak kâinata sudur etmektedir. Bu on akıl katmanında ifade edilen akıl kavramı, insanda kuvvet halinde bulunan aklın fiil haline dönüşmesi sonucu araştırma yeteneğidir. Kuvvet halinde bulunan aklın fiil haline dönüşmesi faal akıl (akl-ı bi’l fiil) denilir ve bu faal akıl yardımıyla insan ilahi hitaba muhatap olur. Çünkü meşşâîlere göre faal akıl ile peygamberelere vahiy getiren Cebrail aynı varlıklardır. Aklın aşamaları şunlardır;
  • El-akl-ı bi’l-Kuvve: İnsanların küçüklük dönemi aklıdır. Düşünme potansiyeli olan fakat aktif halde bulunmayan akıldır.
  • El-akl-ı bi’l-Fiil: İnsanın soyutlama, tümel yargılar oluşturduğu ve kavram oluşturmaya başladığı aklıdır.
  • El-akl-ı bi’l-Meleke: İnsan aklının yetkinleşmesindeki ileri safhayı temsil eder. Olgun yaşlardaki insanların aklıdır.
  • El-akl-ı bi’l-Müstefaad: İnsan aklının yetkinleşmesindeki ve bilgi edinmedeki son aşamasıdır. İnsan bu son yetkinlik aşmasına faal akılla (Cebrail ile) ilişkiye geçerek ulaşır.
Meşşâîlerin ittisal ve sudur teorilerinin yanı sıra bilgi felsefesi (epistemoloji), siyaset felsefesi, ahlak felsefesi, estetik, musiki, psikoloji gibi alanlarda yazılmış onlarca teorileri ve eserleri mevcuttur. Önde gelen İlam peripatetikleri şunlardır;
KİNDÎ (801 - 873): Meşşâîliğin kurucusudur. İlk İslam filozofudur. İslam’da ilk bilim sınıflandırması yapan hikmet ehlidir (filozoftur). Nefs ve ahlak hakkında ilk sistemli yazı yazan ilim adamıdır. Çeşitli bilim dallarında 277 adet eser kaleme almıştır. En önemli eserleri arasında şunlar sıralanabilir;
  • Kitâb fi’l-felsefeti’l-ûlâ: İlk felsefe hakkında kitap
  • Risâle fî hudûdi’l-eşyâ ve rusûmihâ: Eğitim ve öğretimi incelediği eser.
  • Risâle fî’l-hile lî def’il-ahzân: Hüzünleri def etmenin püf noktaları.
  • Uyku ve rüyanın Mahiyeti
  • Akıl Üzerine…
FARABÎ (872 - 950): Batıda Alpharabius ismiyle anılır. Yorumları ve incelemeleri sayesinde Ortaçağ İslam aydınları arasında Muallim-i Sâni ya da Hâce-i Sâni (İkinci Öğretmen/Magister Secundus) olarak bilinir. Muallim-i Evvel ya da Hâce-i Evvel (Birinci Öğretmen/Magister Primus) ise Aristo’dur. 100 ila 160 arasında eser kaleme aldığı bilinmekle beraber bu eserlerin büyük bir bölümü günümüze ulaşamamıştır. En önemli eserleri şunlardır;
  • İhsa'ül Ulûm: İlimlerin Sayımı. Bilim dallarının sınıflandırılmasını içeren eseridir.
  • El-Medinetü'l Fâzıla: Siyaset felsefesi doktrinlerini sıraladığı eseridir.
  • Es-Siyâsetü’l-Medeniyye: Medinetü’l-fâzıla kitabını tamamlayıcı mahiyettedir.
  • Tahsîlü’s-Saʿâde: Mutluluğun nasıl tahsil edileceğini anlatan eserdir.

İBN-İ SİNA: Batıda Avicenna olarak anılır. Samanoğulları döneminde ünlü başhekimler “Ebu Sehl İsa bin Yahya” ve “Ebu Mansur Hasan bin Nuh El-Kumrî”den dersler almış ve sonra 18 yaşındayken başhekim olmuştur. Felsefe ve tıp alanında en büyük otorite anlamına gelen “eş- şeyhü’r-reis” unvanını almıştır. Psikoloji bilimine büyük önem vermiştir. Hayatı boyunca pek çok eserler kaleme almıştır ve bu eserlerin tamamı günümüze kadar ulaşmıştır. Eserlerinin en önemlileri;
  • Eş-Şifâ: Felsefe’ye dair en önemli eserdir.
  • En-Necât: Felsefe’nin gtemel konularında okuyucuya bilgi vermek amacıyla yazılmıştır.
  • El-İşârât ve’t-Tenbîhât: Felsefenin mantık, tabiîyyât, ilâhiyat ve ahlâk konularında yazılmıştır.
  • Danişname-i Ala’î: Felsefe alanında Farsça olarak yazılmış ilk ansiklopedik eserdir.
  • El-Mebde ve’l-Me’âd: Metafizik ve ahlâk konusunda yazılmıştır.
  • Hay bin Yakzân: Sembolik hikâye tarzında yazılmış eserdir.
  • El- Kânûn fi’t-Tıb: Tıp alanında yazmış olduğu en meşhur eseridir. Batıda uzun yıllar anatomi kitabı olarak okutulmuştur.
İBN-İ RÜŞD: Batıda Averroes olarak anılan İbn-i Rüşd İslam meşşâîlerinin sonuncusudur. İbn-i Rüşd yetiştirdiği Avrupalı öğrencileri sayesinde Aristo felsefesini Avrupa’ya tanıtmıştır. Aristo’nun politika isimli eseri hariç olmak üzere tüm eserlerine yorumlar yazmıştır. Bu nedenle İbn-i Rüşd batıda “Büyük Şârih” (commentator) ve “Rasyonalizm’in Babası” olarak anılmıştır. 78 tane olan eserlerinden bazıları şunlardır;
  • Organon Şerhi: Aristo’nun mantık külliyatının yorumlanması.
  • Cevâmi, el-Hiss ve el-Mahsûs: Duyum ve Algı Üzerine
  • Cevâmi, fî el-Felsefe: Felsefe Üzerine Değerlendirme
  • Cevâmi Kitâb el-Nefs: Nefis Kitabı Üzerine Değerlendirme
  • Kitâb el-Hayevân: Hayvanlar Üzerine...
5.4. İŞRÂKÎLİK
“Şark” kökünden türetilen “işrâk” kelimesi, sözlükte “güneşin doğuşu sırasındaki ışıma, aydınlanma, parlama, tan ağarışı” (illüminasyonizm) anlamlarına gelir. Okul Şehâbeddin Sühreverdî (1145 - 1191) tarafından kurulmuştur. Hem felsefi hem de mistik boyutları olan bir akım olarak varlığını sürdürmüştür. Bilginin kaynağı olarak akıl yürütmeyi temel alan rasyonalist Meşşâî felsefeye karşı ortaya çıkan İşrâkîlik mistik tecrübeye ve sezgiye dayanır. İşrâkî ekol hem Meşşâî felsefeyi eleştirmiş hem de ondan faydalanmıştır. Büyük ölçüde Eflatun’un görüşlerine dayanan İşrâk felsefesi epistemik anlayışta gerçeğin bilgisine ulaşmayı ifade ederken, ontolojik tasavvurda varoluşu ifade etmektedir. Bir başka deyişle İşrâkîlik, Meşşâîlikte bahsedilen bütün konuların başına “nûr” (ışık) kavramı getirilerek felsefesini inşa etmiştir. Meşşâîliğin sudur söylemlerinin yerine nûr kavramını koymuştur. Sühreverdî’ye göre hakiki bilgi, ilahi âlemden insana nurlar vasıtasıyla, nurların ışımasıyla gelen içrek bir bilgidir. Varlık hiyerarşisinin en temelinde “nûr” (ışık) yatar. Zorunlu varlığın ismi “nûr’ül-envâr”dır. “Vallahi nûr’üs-semavâtî ve’l-ard.” (Nur Suresi, 35) ayetinde mealen ifade edilen “Allah yerlerin ve göklerin nurudur (ışığıdır).” ayetine dayanarak nûr’ül-envâr (nurların nuru, ışıkların ışığı veya en yoğun ışık) olarak Allah’ı kastetmektedir. Tanrı’yı yoğun ve parlak bir ışık (nûr) olarak değerlendirmektedir. İnsan nûr’a (ışığa) kalbini açtığı ölçüde hakikate erer. Hakikat bilgisi olan felsefe de bir işrâk filozofunun kalbine ışık olarak ilham olunur. Nûr’ül-Envâr’a ulaşmanın yöntemlerinden biri Meşşâîlerde olduğu gibi akıl ve bilimdir, ikincisi ise keşf, müşahede ve kalbi sezgi yoludur. Doğada bulunan somut varlıklar, Nûr’ül-Envâr’dan yoğun bir ışık huzmesi olarak kâinata yayılarak ışık hiyerarşisi içerisinde ışımanın azalması ile sekiz ana renk tayfına (morötesi (ultra-violet) ışık ve kızılötesi (infra-red) ışık arasında kalan sekiz ana renk kuşağı) dönüşerek mücessem hale gelir (cisimleşir). İşrâkîlikte Nûr’un bulunmadığı yerde zulmet (karanlık) olur. Zulmet mücadele edilmesi gereken bir durumdur. İşrâkîliğe göre nurlar hiyerarşisi aşağıdaki şekildeki gibidir;
Şekil 1. Sühreverdî’nin Nûr Hiyerarşisi

Kaynak: MEÇiN M. (2015) “Sühreverdî’nin Tanrı Tasavvuru: Nûr’ül-Envâr” İlahiyat Araştırmaları Dergisi, Sayı 1,
Bu hiyerarşik düzen içerisinde cismani âlemde var olan insanın görevi müşâhede (şâhitlik ederek) ve mükâşefe (keşf ederek) metotları ile Nûr’ül Envâr’a doğru gitmektir. Çünkü her şey nûr’dan doğar (sudur eder) ve nûr’a doğru geri döner. Nûr’ül-Envâr’a tam manasıyla erişebilen kimseler peygamberlerdir.
Şehâbeddin Sühreverdî Hermetik gelenek, İran Mitraizmi, Antik Yunan Asklepios öğretisi ile İslam hikmetini sentezleyerek nur metafiziğini oluşturur. Kadim İran felsefesini İslam felsefesi içerisinde eritmeye çalışır. Sonuçta özgün bir teorik ve kavramsal bir doktrin üretmeyi başarır. Bu özgün felsefe ekolüne İşrâkîlik ismi verilir. İşrakilik, Meşşâîlik ve Tasavvuf ile çok benzer yönleri bulunan bir ekol olmasına rağmen onu diğerlerinden ayıran en temel ilke kendisini İslam dini ile sınırlandırmayıp Hermes, Antik Pers ve Asklepeion aydınlanmasına kendisini dayandırmasıdır. Bu ekolün önde gelen temsilcileri Sühreverdî, Şehrezûrî, Kutbüddin-i Şirâzî, Celâleddin ed-Devvânî ve Molla Sadra’dır.
Şehâbeddin Sühreverdî 35-36 yaşlarındayken Help kadılarınca idam cezasına mahkûm edilerek öldürülmüştür. Kısa hayatına birçok eser sığdıran çok önemli bir filozoftur, eserleri Latinceye çevrilmediğinden batı felsefesi İşrâkîlik ile tanışmamıştır. Otantik ve orijinal doğu mistik felsefesi olarak Ortaçağ’dan günümüze kadar gelen İşrâk felsefesi İran Şii coğrafyasında kabul görmüştür. Sühreverdî’nin en önemli eserleri Et-Telvîhât, El-Mukâvemât, El-Meşerî ve’l- Mutârahât, Hikmet’ül-İşrâk’tır.
SONUÇ
İslam düşünce okulları
, kökenlerini Orta Doğu'da yer alan kadim öğretilerden alarak Kuran doktrinleri ile bütünleştirmiş özgün felsefe ekolleridir. Antik Yunan felsefe geleneklerinden Sokrat-Platon-Aristo düşünce ekolleri İslam coğrafyasına geçerek yok olmaktan kurtulmuş ve insanlığın düşünce sitemi kesintisiz ve fakat katlanarak, evrimleşerek günümüze kadar ulaşmıştır.
Batı felsefesinin yanı sıra doğu felsefesi olarak kabul edilen Hint-Pers öğretileri de İslam felsefe ekolleri içerisinde yerini bulmuştur. Bu süreç İslam Rönesans’ı olarak adlandırılan MS.700 – 1200 yılları arasında 500 yıllık bir döneme tekabül etmiştir. İslam’ın Altın çağı olarak adlandırılan bu dönemde müslüman filozoflar kendilerinden önce yazılmış ve çalışılmış bilim dallarını okuyarak özümsemişler ve kendi özgün felsefelerini kısa bir süre içerisinde üretmeyi başarmışlardır. İslam’da felsefe İbn-i Rüşt’ün ölümü üzerine durağanlaşmıştır. İbn-i Rüşt Endülüs’te Hristiyan öğrencilerine derslerini vererek düşünce mirasının Avrupa’ya taşınmasını sağlamıştır. Öğrencilerinden Thomas Aquinas Katolik bir rahip olarak hocası İbn-i Rüşt’ün metinlerini Arapça’dan Latince’ye tercüme ederek 400 yıl sürecek olan Avrupa aydınlanma mücadelesini başlatmıştır. Avrupa’da bu öğretiler ancak Katolik kilisesinin skolastik düşünce doktrininin yıkılması neticesinde zafer kazanabilmiştir. Bu da Avrupa Rönesans’ı denilen 16. yüzyıla tarihlenmektedir.
İslam coğrafyasında felsefi tartışmaların devamının gelmeme sebepleri arasında yalnızca İbn-i Rüşt’ün ölümü gösterilemez. Doğu coğrafyasında sürekli yaşanan politik gerginlikler felsefenin ölmesinde büyük etki etmiştir. 1200’lü yılların başında gerçekleşen ekonomik talan ve yıkım getiren Haçlı Seferleri ve Moğol İstilası bu coğrafyada düşünce adamlarının yetişmesini engellemiştir. Haçlı seferleri doğunun zenginliklerine göz dikmiş sefalet içinde yaşayan Avrupalı halk kitlelerinin Katolik din adamlarının tahrikiyle başlattıkları vahşetin adıdır. Burada dini emeller (Deus Vault: Tanrı’nın İsteği) sömürü düşüncesine paravan teşkil etmiştir. Oysa İsa Mesih’in öğretisi “size bir tokat vurana diğer yanağınızı uzatın” sözüyle bağışlamacı olmayı tavsiye etmektedir. Diğer yandan Moğol İstilası esnasında Büyük Bağdat Kütüphanesi’nin Hülâgü Han tarafından yakılması, kitapların Dicle Nehrine atılması ve Dicle’nin günlerce mürekkep renginde simsiyah akması insanlık mirasına vurulmuş en büyük darbedir. Bağdat’ın bir diğer yağmalanması da 2003 yılında 11 Eylül saldırıları arkasından ABD’nin Irak’ı işgali esnasında yaşanmıştır. İnsanlık mirasından geriye son kalan matbu ve mücessem eserler Bağdat Müzesinde tutulurken işgal esnasında müze talan edilerek Türkiye üzerinden tarihi emtia kaçakçılığı ile Avrupa’da özel koleksiyonlara satılmıştır. Özetle söylemek gerekirse Orta Doğu’da yaşanan politik istikrarsızlık bilim ve sanatın bu bölgede çok fazla eğlenmesine müsaade etmemiştir.
İslam felsefesinin devamını engelleyen bir diğer unsur ise İmam Gazalî’nin İbn-i Sinâ’ya karşı yazmış olduğu “Tehâfüt’ül-Felâsife” (Filozofların Tutarsızlığı) isimli eseri gösterilse de İmam Gazâlî’ye karşı İbn-i Rüşt “Tehâfüt’ül-Tehâfüt” (Tutarsızlığın Tutarsızlığı) eserini kaleme alarak bir gelenek başlatmışlardır. İmam Gazâlî din adamı (Eşârî Kelamcısı) olarak filozofların teorilerinin tutarsızlığını ortaya koymuş, bunu yaparken de filozofların akıl yürütme yönteminden yararlanmıştır. İbn-i Rüşt’te ona karşılık olarak Gazâlî’nin bakış açısının hem aklı eleştirmesi hem de aklın ilkelerini benimsemesi bakımından tutarsız olduğunu ileri sürerek onu eleştirmiştir. O tarihten sonra İslam coğrafyasında akli ilimler yerine nakli ilimlere önem verildiği düşünülmektedir. Fakat Fatih Sultan Mehmet her entelektüel gelişmeden haberdar olan bilge bir hakan olarak devr-i saltânatında “Tehâfüt” tartışmalarının devam etmesini emretmiştir. Bu emir üzerine Hocazade Muslihüddin Efendi ve Alâeddin Ali et-Tûsî isimli bir İslam bilginleri iki “Tehâfüt” kitapları yazmış olsalar da bu gelenek 1956 yılına kadar tekrarlanmamıştır.
1956 yılında Ankara Üniversitesi Dil - Tarih ve Coğrafya Fakültesinde doktorasını yapan Mübahat Türker Küyel “3 Tehâfüt Bakımından Felsefe ve Din Münasebeti” isimli basılmamış doktora tezini yayımlamıştır. Son on yıldır ise felsefeye ve düşünce tarihimize yönelik ciddi okumalar ve yayınlar gerçekleştirilmektedir.
“…ve men yü’tel hikmeh, fakad ûtiye hayran kesîrâ…”
“…Her kime hikmet (bilgelik) verilmişse şüphesiz ona çokça servet verilmiş demektir…”
(Bakara Suresi, 269),
 
Geri
Üst Alt