- Katılım
- 4 yıl 2 ay 24 gün
- Mesajlar
- 25,600
- Tepkime puanı
- 8,841
- Yaş
- 35
- Konum
- Memed' Home
- Web sitesi
- forummeskeni.com
- İsim
- CHRS
- Memleket
- Neresi?
- Meslek
- IzdırapÇI
- Cinsiyet
- Medeni Hal
Mustafa Kemal’in üroloğunun Yahudi oluşu nasıl hâlâ komplo teorilerine malzeme oluyor? Yunanlıların Anadolu’ya asker çıkarmasını bile, Mustafa Kemal’in ‘isminin parlatılması’ için gerçekleştirilen bir İngiliz planı olarak görmek nasıl mümkün olabilir? Neden bunca zaman sonra, İslamcı cenahta siyasal muhasebeler ‘İngiliz miti’ni geri çağıracak şekilde, ‘Dünyayı aslında hâlâ İngilizler yönetiyor’ etrafında dolaşmaya başladı?
“Halk arasında ayetleşmiş düsturları tekrarlanırdı:
– Bir İngiliz’in olduğu yerde bütün İngiltere vardır.
– İngiliz bayrağı girdiği yerden çıkmaz…
İngiltere, Asya ve Afrika sömürgelerinde olduğu gibi Osmanlı yarı sömürgesinde de bir mistikti”…
1905’te iki yabancının alacak meselesi için Fransızların Midilli adasını işgal ettiği haberi İstanbul’a geldiği vakit bir çok Türklerin sözü şu olmuştu: – Bakalım İngiltere ne diyecek…
Şark aleminde kendini İngiltere’den ilk tedavi eden memleket Türkiye oldu”.[1]
Keşke Falih Rıfkı haklı çıkaydı ve Türkiye kendini “İngiltere’den tedavi eden” ilk memleket olaydı… Öyle olmadı, Türkiye’de sağ-muhafazakâr-İslamcı-milliyetçi cenah, İngiliz mitini çeşitli biçimlerde yaşattı, bugünlere kadar getirdi. Sol siyaset söylemi, Soğuk Savaş döneminden ve özellikle altmışlı yıllardan itibaren Amerikan emperyalizmi merkezli dünya tahlillerini öne çıkarırken, sağ siyaset söylemi açısından ‘düşman Batı’yı öncelikle İngiltere temsil etmeye devam etti. Bu manada bir mitleştirmeden söz ediyoruz.
İlk bakışta, ‘mit inşası’ daha ziyade hayranlık ve beğenmek üzerinde şekillenir gibi düşünülebilir, bu açıdan İngiltere’ye ilişkin düşman imgesi ile çeliştiği sanılabilir. Oysa ‘mitleştirme’ her zaman ve illa olumlu manada hayranlık üzerinden şekillenmez, dahası düşmanlık da pek çok durumda hayranlık gibi ‘güç-güçlülük’ algısı etrafında şekillenir.
Falih Rıfkı’nın söz konusu ettiği dönemde İngiltere’ye atfedilen ‘mistik’, sadece İngiltere’nin o dönemin tartışılmaz dünya hakimiyetine değil, bu hakimiyet ve güç sembolü karşısında hissedilen çaresizliğe de işaret ediyordu. O dönemde İngiltere artık Osmanlı yanlısı politikalarını terk etmiş, bu manada hasım/düşman olmuştu. Gerçi, II. Abdülhamid muhalifi Jön Türk hareketi, İngiltere’yi Sultan’a karşı ‘hürriyet yanlısı’ bir müttefik olarak görüyordu, ancak bu algının Falih Rıfkı’nın bahsettiği mistifikasyon ile alakası yoktu. Yaygın İngiliz imgesi dost veya düşman tanımından ziyade, İngiltere’nin gücüne dair algıya işaret ediyordu, İngiltere bu manada mitleşmişti. Cumhuriyet devri milliyetçi ve/veya İslamcı sağ cenahın ‘İngiliz miti’ni yaşattığı iddiası ile dikkat çekmek istediğimiz husus, aslında bu ‘mit‘in düşmanlık algısı çerçevesinde devamlılık kazanmasıdır. Zira söz konusu ‘düşman’ algısı temelinde İngiltere’nin gücünün sürekliliği anlayışı vardı, Birinci Dünya Savaşı bir yana, İkinci Dünya Savaşından sonra Büyük Britanya’nın dünya gücü olmaktan çıkmasının bile bu algıyı sarsamayışı, İngiltere’nin hiçbir şekilde güç kaybedemeyecek bir dev, bir nevi ‘ezeli güçlü’ olarak kavranmasının sonucu olabilirdi.
1 Ekim 1918. İngiliz subaylar şehrin düşüşünden sonra Şam'a giriyorlar.
Bunun en önemli nedenlerinden biri, Amerikan siyasetinin, sol siyasetlere karşı muhafazakârlık ve İslamcılığa sempati ile bakması ve bu kesimlerde ‘komünizmle mücadele’ ekseninde karşılığını bulmasıdır. Ama asıl önemlisi, sağ siyaset çizgisinin tarih muhasebesinin Osmanlı’nın çöküşü sürecine odaklanmış olmasıdır. Bu çerçevede, zaten Cumhuriyet’in kuruluşu da bir başarıyı, bir kurtuluşu değil, tam tersine İslam medeniyeti adına bir mağlubiyeti, bir aldatmacayı, kılık değiştirmiş bir esareti temsil ediyordu. Ve nihayet bu netice bir ‘İngiliz oyunu’ idi; Mustafa Kemal ‘İngilizlerin adamı’ idi, ‘Lozan bir hezimet’ti, Misak-ı Milli’den vazgeçilmiş, ‘cephede kazanılan masada kaybedilmişti’, en önemlisi, hilafet İngilizlerle anlaşılarak kaldırılmıştı. Dahası, İngiltere pan-İslamizm siyasetinin ‘lider’i olan II. Abdülhamid’in baş düşmanı idi ve zaten Osmanlı’nın çöküşünün en önemli amili, İngiltere’nin husumeti dolayısı ile bin bir oyun ile ‘Ulu Hakan’ın tahttan indirilmesi idi, II. Meşrutiyet’in ilanı bu bin bir oyunun en başında geliyordu.
Bu okumaya göre, şimdilerde, bazen ‘yüzyıllık parantez’, bazen ‘iki yüzyıllık parantez’ denilen işin evveliyatı Tanzimat’a kadar gidiyordu. Tüm modernleşme hamleleri aslında Osmanlı-İslam medeniyetini zayıflatmaya yönelik birer dayatmadan ibaretti, Batıcı Osmanlı bürokrat aydınları bu işe alet olmuştu. Bu süreçte, II. Abdülhamid dönemi bir kırılma idi, Ulu Hakan bu oyunu görmüş ve Pan-İslamcı siyasetler ile oyunlara mukabele etmeye çalışmış, bunda başarılı olmuş ve tam da bu nedenle İngilizlerin hedefi olmuştu. Nihayet, ‘Jön Türk ihtilali’ ile alaşağı edilmesi bu çerçevede görülmeliydi, daha sonrası ise ‘malum’dur. O nedenle, Necip Fazıl’ın deyişi ile; “Abdülhamid’i anlamak her şeyi anlamak olacaktır.” (Ulu Hakan İkinci Abdülhamid Han).
Sağ siyaset ve bu siyasal geleneğin bir ucundan yeşeren İslamcılığın tarih okuması bu yazının konusu olmayacak, ancak İngiliz miti konusunun bu okumanın bir açılımı olduğunu unutmamak gerek. Bu okumanın en önemli kalkış noktalarından biri de kuşkusuz ‘Yahudi komplosu’ fikridir ve sonuçta tarihin yıkıcı gücüne takılan yafta ‘İngiliz-Yahudi medeniyeti’dir. Meselenin Yahudiliğe dair kısmı kuşkusuz Türkiyeli İslamcılara ve hatta genelde İslamcılara özgü ve özgün bir yaklaşım değildir. Tam tersine, Batı siyaset düşüncesinde modernleşme karşıtı söylemlerin tamamı kapitalizm ve modernleşmeyi ‘Yahudi’likle özdeşleştirir, kapitalizm ve modernleşmeye duyulan tepki, öfke ve hoşnutsuzlukların tamamı Yahudi karşıtlığı şeklinde tezahür eder. Sonuçta, Batılı modern antisemitizmin çıkış ve varış noktası da bu temele dayanır. Marksizm ve sosyalizm temelli kapitalizm eleştiri ve itirazları eşitlik ve evrensellik fikirlerine odaklanırken, sağdan yükselen ses antisemitizm ve milliyetçilik olmuştur.
Bu tarih/siyaset anlatılarının en büyük paradoksu, her birinin kendini kendi kültürünün otantik ürünü olarak tanımlamasına karşın, tamamının ortak bir zihniyet havuzundan türemiş olduğudur. Benzer şeyleri tekrarlayıp dururlar, aynı şarkıları söylerler. İçeriğinde tapınak şövalyeleri, Cizvitler, masonlar, mistik referanslı cemiyetler geçen pek çok anlatı, Batı dışı dünyada Batı komplosunun ayrılmaz parçaları olarak algılanmasına karşın, çıkış hikâyeleri fazlasıyla Batı tarihine ilişkin çekişmeler ve tepkilerden oluşur. Tapınak Şövalyeleri, masonlar ve Yahudilere ilişkin efsaneler, monarşistlerin ve Katolik Kilisesi'nin Fransız Devrimi'ne karşı tepkileriyle üretilmiş komplo teorilerinden türemiş ve yaygınlaşmıştır. Bu konuda en erken örnekler Abbé Barruel ve Charles de Cassicour’un Devrim’e ilişkin görüşleridir. Şimdilerde Dan Brown’ın Da Vinci Şifresi başta olmak üzere yeniden popülerleşen yazın türünün öncülerinin başında, Walter Scott’un 19. yüzyıl başlarında yazdığı tarihsel romanların olduğunu da hatırlatalım.
Kısacası, şimdilerde bir kez daha, dünyayı İngiliz-Yahudi işbirliğinin eseri bir üst gücün yönettiği şeklinde çıkan modern mitolojinin büyük bir bölümü Batı dünyasında, modernleşme, kapitalizm ve sekülerleşme süreçlerine dair tepkisel düşüncenin ürünü idi. Batı dışı dünyada, kolonyalizme ve dolayısıyla Batıya karşı tepkisel söylem ve anlatılar, Batı kökenli tepkisel anlatıları sorgulamak bir yana, aynı anlatıları Batı dünyasını kavrama aracı olarak gördüler.
Bu anlatıların odağındaki kolonyalist-emperyalist ‘Batı’ imgesinde İngiltere’nin öne çıkmasının nedeni açıktır. İngiltere sadece 19. yüzyılın en büyük gücü değil, tarihin yeni tanıdığı yeni bir düzenin temsilcisi, taşıyıcısı ve dayatıcısıdır. Tam da bu nedenle, kolonyalizme karşı tepkiler sadece bağımsızlık arzusu değil, modern kapitalist düzene karşı olan itirazlardır. Yine tam da bu nedenle kolonyalizme karşı mücadeleler, her ülkede çok karmaşık ittifaklara dayanır; bu ittifakların bir ucunda modernleşmenin ürünü olan ulusçuluk ve onu sahiplenen aydın-bürokrat yeni seçkinler, diğer ucunda yerel feodal iktidarlarını kaybeden sınıflar, gruplar, güç odakları ve nihayet bunların ardında hareketlenen kitleler vardır. Kolonileşmiş ülkeler, toplumlar bir yana, Falih Rıfkı’nın (tartışmaya açık bir şekilde) ‘yarı sömürge’ dediği Osmanlı İmparatorluğu gibi eski dünyanın çözülen İmparatorlukları söz konusu olduğunda, durum daha da karmaşık bir hal alır.
Osmanlı söz konusu olduğunda, mesele kolonileşme değil, ama bu sefer güç dayatması idi, bu dayatmaya karşı Batıcılar dediğimiz bir kesim (öncelikle aydın/bürokratlar) çareyi ‘Batı medeniyetini’ yani sanayi toplumunu ve onun taşıyıcısı olan modernleşmeyi topyekûn benimseyerek alt etme yolunda gördü. Diğerleri, kısmen benimsemenin yollarını aramaya koyuldular. İslamcılık bu zeminde icat edilen bir tepkisel ideolojidir. Ancak biz o dönemlerden söz etmiyoruz, zira her yeni nesil farklı bir tarihe doğar, tarihi yorumlamaya oradan başlar ve hep kendine yeniden geçmiş kurar.
Cumhuriyet’in kuruluşunun ardından da aynı şey oldu, Osmanlı İslamcılarının meselesi ile Cumhuriyet devrinin İslamcıları büyük ölçüde farklılaştı. En önemli fark, Osmanlı İslamcılarının Abdülhamid muhalifi olmasına karşı, Cumhuriyet İslamcılarının sembolünün II. Abdülhamid olmasıdır. Ve böyle olması gayet tabiidir, dahası İslamcılık Cumhuriyet dönemi boyunca da –yeni toplumsal-siyasal dinamikler çerçevesinde– sürekli olarak kendini yenilemiştir.
O halde, tarih okumasını da yenilemiş olması gerekmez miydi? Tabii ki öyle ve zaten öyle oldu.
Tam da bu nedenle, ‘İngiliz miti’nden söz etmek gerekiyor. Neden bunca zaman sonra, İslamcı cenahta siyasal muhasebeler ‘İngiliz miti’ni geri çağıracak şekilde, ‘Dünyayı aslında hâlâ İngilizler yönetiyor’ etrafında dolaşmaya başladı? Belki sadece yeni sorulara eski cevaplar verilmeye devam ediliyor, zira mesele halen çözülmüş sayılmıyor. Başka bir deyişle, modernleşmeye/sekülerleşmeye ilişkin sorunlar halen Batı sorunundan bağımsız ve/veya Batı ile ilişkiler sorunu halen modernleşme sorunundan bağımsız düşünülemiyor. Nihayetinde, demokrasi sorunu bir modernleşme meselesi olduğu kadar, Batı ile kötüleşen ilişkiler ve bozulan güç dengesi bir iktidar ve sonuçta ‘beka’ sorunu.
Hafıza yeniden inşa ediliyor; bu inşanın temelindeki fikir şu: Osmanlı’yı çökerten neden ne idiyse, bugün Osmanlı’nın muhayyel dirilişinin önünü kesen de aynı şey. O halde, bu noktada yeniden geriye dönmek gerekiyor; sorun hâlâ Osmanlı’nın çökmesi/çökertilmesi ise, eski defterleri yeniden açmak lazım diye düşünülüyor. Bu bakışa göre mademki meselenin merkezinde geçmişin büyük gücü İngiltere var idi, o halde bir büyük mesele halen devam ediyorsa, filmi geriye sarmalı. Tam da bu nedenle merkezinde İngiltere olan tarihi mitin, sayısız güncel siyaset yorumuna/köşe yazısına temel teşkil etmesine şaşırmamak lazım. Aynı çerçeveden hareket eden tarihi makaleler, kitaplar, dizi filmler için de aynı şeyi söylemek mümkün.
Son zamanlarda bu konu çerçevesinde, son yıllarda yayımlanmış pek çok ‘tarih’ kitabı var. Bu türden ürünler tarih çalışması olarak ciddiye alınmaz, zira Musa Peygamberden başlayıp üç beş sayfada dünya tarihi özetinin ardından, modern dünyanın siyasal yapı taşlarını Tapınak Şövalyeleri, Masonlar, Yahudiler ve tabii onları emellerine alet eden veya onların emellerine alet olan İngilizler üzerinden kuran bir düşünsel izlek ile tarihsel tecrübenin karmaşıklığı hiçbir şekilde örtüşemez. Dahası böylesi bir izlek, sığlık ötesi, çok bilindik ve kalıplaşmış bir komplo senaryosunun Türkiye’nin modern tarihi çerçevesinde tekrarlanmasından ibarettir. Bu türden çalışmalar ciddi tarihçilik alanından ziyade siyasal söylem analizlerinin konusudur. Diğer taraftan, tarihin siyasal-ideolojik çerçevede araçsallaştırılması, tarihyazımcılığı açısından da dikkate alınması gereken bir alandır.
Geçtiğimiz yıllarda yayımlanan iki ‘tarih’ kitabı, bu çerçevede örnekler olarak özellikle dikkatimi çekti. Zira, bu iki kitaba adını veren iki İngiliz şahsiyet, yazının başında sözünü ettiğimiz ‘İngiliz miti’ inşası açısından bulunmaz imkânlar sunuyor. Her ikisi de, 19. yüzyıl sonu İngiltere’sinin Ortadoğu siyaseti çerçevesinde fazlasıyla dolaşıma girmiş, kestirmeden ‘İngiliz casusu’ olarak nitelendirilebilecek, ‘İngiltere’nin gizli hesapları’ üst başlığı altında yer alabilecek isimler. Diğer taraftan, bu iki isim Türkiye’de fazla bilinmeyen, dolayısıyla haklarında yazılanların, tarihsel çerçevesi dışına çıkarılarak boş bir alana düşmesi muhtemel şahsiyetler. Söz konusu isimler, Wilfrid S. Blunt ve Aubrey Herbert, söz konusu kitaplar ise; her ikisi de Mehmet Hasan Bulut imzalı; Siyah Papa’nın Casusu W.S. Blunt ve İslamda Reform (IQ Yayıncılık, 2017) ile İngiliz Derviş – Yeni Türkiye’nin Doğuşu ve Aubrey Herbert (IQ Yayıncılık, 2017, 1. basım 2015).
"Siyah Papa’nın Casusu" olarak takdim edilen W.S. Blunt, aslında ismi zaman içinde gölgede kalmış olsa da, özellikle gerek halifelik gerekse İslam Reformu ve/veya Modernist İslamcılık akımları açısından önemli bir isimdir. Mısır’da Urabi isyanı ve milliyetçilik, İngiliz emperyal siyasetine muhalefet gibi konularda da dikkat çekici bir figürdür.
Bulut, İngiliz Derviş başlıklı kitabının Takdim yazısında “Aubrey Herbert’in hayatının hikâyesi, aslında Yeni Türkiye’nin doğuşunun hikâyesidir” diyor. Doğrusu bizi en çok ilgilendirmesi gereken husus, zaten kitabın başında özetlenmiş oluyor. Tarihyazımı, her zaman sadece geçmişe değil, geleceğe ilişkin bir tasarruftur, ideolojik sığlık çerçevesinde tezahür eden gelecek tahayyülleri ise, geçmişe dair ancak derme çatma tarihyazımcılığına müracaat etmek durumundadır. Tersinden okursak, Türkiye’nin son bir veya iki yüzyıllık geçmişini kolayca paranteze alabilen bir geçmiş algısı, geleceğe dair ancak hızlı ve kökten kopuş reçeteleri önerebilir. Bu türden reçetelerin toplumlara maliyeti malumdur.
Nitekim, kitap boyunca pek çok isim ve olay zikredilerek, o çok bilindik Jön Türklerin Yahudiliği ve dolayısıyla Yahudilerin tarihi yönlendirme araçları olduğu ve Cumhuriyet’in aynı zeminde kurulduğu boyuna tekrarlanmaktadır. Mustafa Kemal’in, Meşrutiyet öncesinden (ve pek tabii olarak öncelikle Selanikli olması hasebiyle) başlayan Yahudiler ile ilişkisinin şeceresi çıkarılır, dişçisinden (s. 129), üroloğuna (s. 335) pek çok isim ve olay, tarihi sürecin mahiyetine ilişkin deliller olarak resmedilir. Kitap boyunca söz konusu edilen uzun tarihsel sürece ilişkin hataları tek tek tartışmak için, aynı uzunlukta bir başka kitap bile yeterli olmayabilir. Ama aslında mesele, konunun uzun zaman ve yer gerektirmesi değildir, asıl mesele hiçbir ciddi tarih okumasının konusu olamayacak, akıl almaz hayal ürünü iddia ve hükümlerdir – mesela Yunanlıların Anadolu’ya asker çıkarmasının dahi, Mustafa Kemal’in isminin parlatılması için gerçekleştirilen bir İngiliz planı olduğu gibi… Yazara göre, İngiltere Başvekili Llyod George, Venizelos ile bu konuda görüşmüş ve bu sayede “Mustafa Kemal’in reklamı yapılmaya başlanmıştı” (s. 353).
Peki, söz konusu ettiğimiz kitabın başlığı ‘İngiliz Derviş’ Aubrey Herbert kimdir ve bu işlerin içindeki merkezi rolü veya sadece rolü nedir? Konu bu şahsa nasıl bağlanıyor? Bu sorulara cevap vermek hem kolay hem zor.
Aubrey Herbert (ilk fotoğraf), Wilfred S. Blunt (ikinci fotoğraf).
Aubrey Herbert, Birinci Dünya Savaşı döneminde Osmanlı hakimiyet alanında adı öne çıkan İngiliz asker, diplomat ve istihbaratçılardan biridir. O nedenle, İngiliz mitinin yeniden dolaşıma girdiği son günlerde bir kitaba konu olması şaşırtıcı değil. Aslında tuhaf olan, Türkiye’de daha önce pek dikkat çekmemesi, 1924’de Türkçe başlıkla yayınladığı Ben Kendim adlı anılarına, kısıtlı bir şekilde daha ziyade Talat Paşa ile ilgili bölümü nedeniyle bir iki gönderme yapılmış olmasıdır. Doğrusu, İngiltere’nin Osmanlı ve Ortadoğu siyaseti çerçevesinde Herbert gibi önemli isimler, Ortadoğu siyaseti açısından daha fazla popülerlik kazanan Lawrence, Sykes ve Gertrude Bell gibi isimlerin gölgesinde kalmıştır. Özellikle Lawrence’ın ismi, biraz da kendi abartılı anlatımları yüzünden 1916 Arap İsyanı çerçevesinde o denli öne çıktı ki, İngiliz siyaseti onun ismi ile sembolleşmiş oldu.
Aslında, Aubrey Herbert de, Osmanlı devletinin yıkım sürecinde, Birinci Dünya Savaşı öncesinden başlayarak, Arnavutluk başta olmak üzere pek mahalde pek çok rol üstlenmiş biriydi. Tam da bu nedenle, John Buchan’ın, bu süreçte İngiliz ve Alman istihbarat savaşlarını konu alan 1916 tarihli Greenmantle adlı romanının [2] kahramanını esin kaynağı olarak tanınıyordu. Garip gibi görünse de Herbert bu süreçte, bir noktada Türk dostu veya yanlısı olarak bilinen bir isimdi. Hatıralarında, Türkiye’ye ilk gidişinde hiç bilmediği bu ülke ve insanları hakkında ne kadar önyargılı olduğundan bahsedip o dönem yazdıklarının hep kendini takip etmesinden yakındıktan sonra, bu fikrinin neden ve nasıl değiştiğini anlatıyordu. Tabii, mesele Türk dostu veya düşmanı olmaktan ziyade, İngiliz politik camiası içinde farklı siyaset çizgilerinin varlığı idi. Nitekim savaş öncesi, Osmanlı devleti ile ittifakın veya en azından Osmanlı tarafsızlığının sağlanmasının İngiltere’nin çıkarlarına daha uygun olduğu tezi ciddi bir tartışma konusu idi. Bu tezi savunanlardan biri Churchill, Lloyd George’un Ortadoğu siyasetini eleştirenlerin başında geliyordu. (Bu konuda en yeni çalışmalardan biri için bkz. Warren Docter, Churchill and the Islamic World, Tauris, 2015)
Mesele, kimin Türklere ne kadar sempatik veya hasmane baktığından çok, İngiltere içinde savaşta Osmanlıların Almanya’nın yanına itilmesinin yanlış olduğunu düşünenlerin açtığı tartışma açısından önemlidir. Bu husus İttihatçıların Osmanlıyı Almanların yanında yıkıma sürükleme konusunda sorumluluğunu hafifletmese de, geçmişi serinkanlı değerlendirme açısından önemlidir.
İngiliz Derviş Aubrey Herbert’i merkezine aldığı için özellikle bu mevzuya değinmesi beklenirken, Herbert’in o dönem emperyal siyasetin bir istihbaratçısı olarak serüvenini özetlemekten dahi uzak ve içinde kitaba ismini veren bu şahsın sadece konu mankeni olarak yer aldığı bir dönem tarihi kurgulamaya çalışıyor, o kadar. Bu çerçevede dikkatimizi çekmesi gereken en önemli hususlardan biri de İngiliz miti etrafında yazılanların pek çoğunun ortak özelliği olan ‘İngilizlerin gücü’nün o döneme ilişkin olaylar ve kişiler etrafında abartılması, yani mitin yeniden üretilmesidir. Diğer taraftan İngiliz mitinin üreticilerinin tarihsel gerçekler olarak kabul ettiği pek çok hususun, aslında İngiliz yazar, çizer ve istihbaratçılarının dolaşıma soktuğu fikir ve görüşler olması önemlidir. Örneğin, II. Meşrutiyet’in bir ‘dönme’ faaliyetinden ibaret olduğu fikri, Herbert’in anılarının en başında ifade ettiği kanaatiydi:
“Selanik Yahudileri, ki genellikle Dönme olarak bilinirler, Türk ihtilalinin gerçek sahibidirler. Muhakkak olan bir şey onların İbrani kökenli olması idi” (Ben Kendim, Ankara, 1999, s. 25).
Daha önemlisi, bazı İngiliz politikacı ve diplomatlarının Jön Türk reformlarını İngiltere’nin çıkarlarına aykırı görmüş olmaları veya kendi Müslüman tebaaları nezdinde Osmanlı tesiri ihtimalinin önünü Jön Türklerin Yahudiliği, dinsizliği gibi temalar ile kırma çabalarıdır. İlginç olan bu iddiayı dile getirenlerden birinin Aubrey Herbert olmasıdır; hatıralarında, “Reformlarını yapmış bir Türkiye Osmanlı topraklarına aç gözlerle bakanlar için kaybedilmiş bir Türkiye idi” diyordu (s. 205). Dahası, Jön Türklerin Osmanlıcı siyasetinin Anadolu’daki Hristiyanları kazanma ihtimali Avrupalı güçler tarafından tehdit olarak görüldüğü, onların çıkarları bu güçlerin ayrılıklarının beslenmesinden yana olduğu için “Asya’daki zavallı Hristiyan azınlığın başına gelen her felaketin bilerek veya bilmeyerek sorumlusu Avrupa’dır” (202) görüşündeydi. Diğer taraftan, İstanbul’da esen Meşrutiyet ve Anayasacılığın Mısır ve Hindistan’ı etkilemesi de tehlike olarak görülmüştür.
O devirde, İngiltere Büyükelçiliğinin ünlü baş tercümanı Gerald H. Fitzmaurice’in anılarına dayalı biyografisinin yazarı G.R. Berridge, İngiliz siyasetinde bu çerçevede gelişen kasıtlı bir İttihat ve Terakki karalaması olduğunu iddia ediyor. Doğrusu, daha sonra –Jön Türklerden Cumhuriyete– bütün yakın tarihi Yahudi-İngiliz komplosu olarak gören çevrelerden çok duyduğumuz, Jön Türklerin dönme/Yahudi olması meselesini en çok diline dolayanların başında, o devirde bir İngiliz, Fitzmaurice geliyordu. Dahası, Fitzmaurice, İttihatçıların Türk ve İngiliz Mason Loncalarının ilişkisi üzerinden İngiltere siyasetini Türkiye lehine etkileme çabasını engellemek gerektiğini rapor ediyordu (s. 224-5).
Aubrey Herbert ise, Fitzmarurice’in Jön Türk ve Yahudi aleyhtarlığını daha şahsi ve sınıfsal bir faktöre bağlıyordu. Herbert’e göre o, her şeye rağmen eski Türkiye’den yana idi, “şimdi O’nu gösterici tavırları, saygıdeğer sakalları ve ihtiramlı konuşmaları ile yaşlı paşalar değil, Selanik’in Yahudileri, Türkler ve bıyıklı Suriyeliler çağırıyor ve onunla Türkçe değil, Beyoğlu Fransızcası ile konuşuyorlardı… Othello’nun hakimiyeti bitmişti; Fitzmaurice’in mevkii kaldı ama mahalli ve resmi yetkisi ihtilalle beraber kaybolmuştu” diyor (Herbert, s. 199).
Fitzmaurice’in gerekçeleri ne olursa olsun, asıl önemli olan, İttihat ve Terakki Cemiyetine dair karalama kampanyasının Hindistan ve diğer Müslüman halklar üzerinde Osmanlı tesirini kırmaya yönelik bir işlevi olduğudur. Ancak, İngiliz siyasetinin bir parçası olan İTC’nin Yahudi ve Masonlar tarafından idare edildiği söylemi, dönüp dolaşıp Cumhuriyet Türkiye’sine muhalefet söyleminin merkezi haline geldi. Arap İsyanının önderi Şerif Hüseyin’in, isyanını gerekçelendirmek için İTC’nin din dışı siyasetlerine işaret etmesinin, Türkiye’de İslamcı siyaset söyleminde yer bulması da bu çerçevede değerlendirilebilir. Bu garip seyrin nedenlerinden biri, kuşkusuz İTC’nin Almanya ile savaşa girmesine karşı çıkan muhalefetin savaş sonrasında çareyi İngilizler ile anlaşmakta görmesidir. Tuhaf bir şekilde, Hürriyet ve İtilafcıların muteber isimlerinin ve başta adına vakıf kurulan Şeyhüslam Sabri Efendi’nin ‘İngiliz Muhipleri’nden biri olması, Cumhuriyet devri İslamcıları için sorun teşkil etmez. Zaten, İTC’ye muhalefetin Cumhuriyet’in kurucu kadrosuna ve tüm Cumhuriyet projesine teşmil edilmesinin hikâyesi başlı başına uzun bir mevzudur. Ancak sonuçta, hem Osmanlının ve dolayısıyla İslam âleminin başına gelenlerin tümünün müsebbibinin İngiltere merkezli bir üst akıl olduğu –ve bu çerçevede diri tutulan İngiliz miti– hem son dönemin İngiliz muhipleri, hilafet tartışmalarını da içerecek biçimde aynı söylem içinde mezcedilebilmiştir.
•
ÜSTTEKİ RESİM:
Bütün dünyaya yayılmış Büyük Britanya İmparatorluğunun kolonileri idare etme konusunda çektiği güçlükleri bertaraf etmek üzere ortaya atılmış Emperyal Federasyon fikrinin haritaya dökülmüş hali (1886) Kolonyal emperyalizme bir alternatif olarak önerilen bu Emperyal Federasyon, tek bir parlamentoya sahip bir süper-devlet olacaktı.
[1] Falih Rıfkı Atay, Gezerek Gördüklerim, Milli Eğitim Basımevi, 1970, s. 42. Falih Rıfkı Atay’ın 1934 Londra seyahati 1970 yılında Baha Yayınevi-İstanbul tarafından Taymıs Kıyıları adı altında da yayınlanmıştı ve bu kitapta da benzer ifadeler yer alıyordu.
[2] Bu roman İngiliz istihbaratının mitleştirilmesi açısından esin kaynağı olmuştur. Türkçesi 2015 yılında Yeşil Manto adıyla yayımlandı. Aubrey Herbert’in bu romanın kahramanının esin kaynağı olduğu iddia edilir. Nitekim Herbert’in Margeret Fitzherbert tarafından yazılan biyografisi de “Greenmantle Olan Adam” (The Man Who was Greenmantle, John Murray Publishers, 1983) başlığını taşır.
“Halk arasında ayetleşmiş düsturları tekrarlanırdı:
– Bir İngiliz’in olduğu yerde bütün İngiltere vardır.
– İngiliz bayrağı girdiği yerden çıkmaz…
İngiltere, Asya ve Afrika sömürgelerinde olduğu gibi Osmanlı yarı sömürgesinde de bir mistikti”…
1905’te iki yabancının alacak meselesi için Fransızların Midilli adasını işgal ettiği haberi İstanbul’a geldiği vakit bir çok Türklerin sözü şu olmuştu: – Bakalım İngiltere ne diyecek…
Şark aleminde kendini İngiltere’den ilk tedavi eden memleket Türkiye oldu”.[1]
Keşke Falih Rıfkı haklı çıkaydı ve Türkiye kendini “İngiltere’den tedavi eden” ilk memleket olaydı… Öyle olmadı, Türkiye’de sağ-muhafazakâr-İslamcı-milliyetçi cenah, İngiliz mitini çeşitli biçimlerde yaşattı, bugünlere kadar getirdi. Sol siyaset söylemi, Soğuk Savaş döneminden ve özellikle altmışlı yıllardan itibaren Amerikan emperyalizmi merkezli dünya tahlillerini öne çıkarırken, sağ siyaset söylemi açısından ‘düşman Batı’yı öncelikle İngiltere temsil etmeye devam etti. Bu manada bir mitleştirmeden söz ediyoruz.
İlk bakışta, ‘mit inşası’ daha ziyade hayranlık ve beğenmek üzerinde şekillenir gibi düşünülebilir, bu açıdan İngiltere’ye ilişkin düşman imgesi ile çeliştiği sanılabilir. Oysa ‘mitleştirme’ her zaman ve illa olumlu manada hayranlık üzerinden şekillenmez, dahası düşmanlık da pek çok durumda hayranlık gibi ‘güç-güçlülük’ algısı etrafında şekillenir.
Falih Rıfkı’nın söz konusu ettiği dönemde İngiltere’ye atfedilen ‘mistik’, sadece İngiltere’nin o dönemin tartışılmaz dünya hakimiyetine değil, bu hakimiyet ve güç sembolü karşısında hissedilen çaresizliğe de işaret ediyordu. O dönemde İngiltere artık Osmanlı yanlısı politikalarını terk etmiş, bu manada hasım/düşman olmuştu. Gerçi, II. Abdülhamid muhalifi Jön Türk hareketi, İngiltere’yi Sultan’a karşı ‘hürriyet yanlısı’ bir müttefik olarak görüyordu, ancak bu algının Falih Rıfkı’nın bahsettiği mistifikasyon ile alakası yoktu. Yaygın İngiliz imgesi dost veya düşman tanımından ziyade, İngiltere’nin gücüne dair algıya işaret ediyordu, İngiltere bu manada mitleşmişti. Cumhuriyet devri milliyetçi ve/veya İslamcı sağ cenahın ‘İngiliz miti’ni yaşattığı iddiası ile dikkat çekmek istediğimiz husus, aslında bu ‘mit‘in düşmanlık algısı çerçevesinde devamlılık kazanmasıdır. Zira söz konusu ‘düşman’ algısı temelinde İngiltere’nin gücünün sürekliliği anlayışı vardı, Birinci Dünya Savaşı bir yana, İkinci Dünya Savaşından sonra Büyük Britanya’nın dünya gücü olmaktan çıkmasının bile bu algıyı sarsamayışı, İngiltere’nin hiçbir şekilde güç kaybedemeyecek bir dev, bir nevi ‘ezeli güçlü’ olarak kavranmasının sonucu olabilirdi.
1 Ekim 1918. İngiliz subaylar şehrin düşüşünden sonra Şam'a giriyorlar.
Bunun en önemli nedenlerinden biri, Amerikan siyasetinin, sol siyasetlere karşı muhafazakârlık ve İslamcılığa sempati ile bakması ve bu kesimlerde ‘komünizmle mücadele’ ekseninde karşılığını bulmasıdır. Ama asıl önemlisi, sağ siyaset çizgisinin tarih muhasebesinin Osmanlı’nın çöküşü sürecine odaklanmış olmasıdır. Bu çerçevede, zaten Cumhuriyet’in kuruluşu da bir başarıyı, bir kurtuluşu değil, tam tersine İslam medeniyeti adına bir mağlubiyeti, bir aldatmacayı, kılık değiştirmiş bir esareti temsil ediyordu. Ve nihayet bu netice bir ‘İngiliz oyunu’ idi; Mustafa Kemal ‘İngilizlerin adamı’ idi, ‘Lozan bir hezimet’ti, Misak-ı Milli’den vazgeçilmiş, ‘cephede kazanılan masada kaybedilmişti’, en önemlisi, hilafet İngilizlerle anlaşılarak kaldırılmıştı. Dahası, İngiltere pan-İslamizm siyasetinin ‘lider’i olan II. Abdülhamid’in baş düşmanı idi ve zaten Osmanlı’nın çöküşünün en önemli amili, İngiltere’nin husumeti dolayısı ile bin bir oyun ile ‘Ulu Hakan’ın tahttan indirilmesi idi, II. Meşrutiyet’in ilanı bu bin bir oyunun en başında geliyordu.
Bu okumaya göre, şimdilerde, bazen ‘yüzyıllık parantez’, bazen ‘iki yüzyıllık parantez’ denilen işin evveliyatı Tanzimat’a kadar gidiyordu. Tüm modernleşme hamleleri aslında Osmanlı-İslam medeniyetini zayıflatmaya yönelik birer dayatmadan ibaretti, Batıcı Osmanlı bürokrat aydınları bu işe alet olmuştu. Bu süreçte, II. Abdülhamid dönemi bir kırılma idi, Ulu Hakan bu oyunu görmüş ve Pan-İslamcı siyasetler ile oyunlara mukabele etmeye çalışmış, bunda başarılı olmuş ve tam da bu nedenle İngilizlerin hedefi olmuştu. Nihayet, ‘Jön Türk ihtilali’ ile alaşağı edilmesi bu çerçevede görülmeliydi, daha sonrası ise ‘malum’dur. O nedenle, Necip Fazıl’ın deyişi ile; “Abdülhamid’i anlamak her şeyi anlamak olacaktır.” (Ulu Hakan İkinci Abdülhamid Han).
Sağ siyaset ve bu siyasal geleneğin bir ucundan yeşeren İslamcılığın tarih okuması bu yazının konusu olmayacak, ancak İngiliz miti konusunun bu okumanın bir açılımı olduğunu unutmamak gerek. Bu okumanın en önemli kalkış noktalarından biri de kuşkusuz ‘Yahudi komplosu’ fikridir ve sonuçta tarihin yıkıcı gücüne takılan yafta ‘İngiliz-Yahudi medeniyeti’dir. Meselenin Yahudiliğe dair kısmı kuşkusuz Türkiyeli İslamcılara ve hatta genelde İslamcılara özgü ve özgün bir yaklaşım değildir. Tam tersine, Batı siyaset düşüncesinde modernleşme karşıtı söylemlerin tamamı kapitalizm ve modernleşmeyi ‘Yahudi’likle özdeşleştirir, kapitalizm ve modernleşmeye duyulan tepki, öfke ve hoşnutsuzlukların tamamı Yahudi karşıtlığı şeklinde tezahür eder. Sonuçta, Batılı modern antisemitizmin çıkış ve varış noktası da bu temele dayanır. Marksizm ve sosyalizm temelli kapitalizm eleştiri ve itirazları eşitlik ve evrensellik fikirlerine odaklanırken, sağdan yükselen ses antisemitizm ve milliyetçilik olmuştur.
Bu tarih/siyaset anlatılarının en büyük paradoksu, her birinin kendini kendi kültürünün otantik ürünü olarak tanımlamasına karşın, tamamının ortak bir zihniyet havuzundan türemiş olduğudur. Benzer şeyleri tekrarlayıp dururlar, aynı şarkıları söylerler. İçeriğinde tapınak şövalyeleri, Cizvitler, masonlar, mistik referanslı cemiyetler geçen pek çok anlatı, Batı dışı dünyada Batı komplosunun ayrılmaz parçaları olarak algılanmasına karşın, çıkış hikâyeleri fazlasıyla Batı tarihine ilişkin çekişmeler ve tepkilerden oluşur. Tapınak Şövalyeleri, masonlar ve Yahudilere ilişkin efsaneler, monarşistlerin ve Katolik Kilisesi'nin Fransız Devrimi'ne karşı tepkileriyle üretilmiş komplo teorilerinden türemiş ve yaygınlaşmıştır. Bu konuda en erken örnekler Abbé Barruel ve Charles de Cassicour’un Devrim’e ilişkin görüşleridir. Şimdilerde Dan Brown’ın Da Vinci Şifresi başta olmak üzere yeniden popülerleşen yazın türünün öncülerinin başında, Walter Scott’un 19. yüzyıl başlarında yazdığı tarihsel romanların olduğunu da hatırlatalım.
Kısacası, şimdilerde bir kez daha, dünyayı İngiliz-Yahudi işbirliğinin eseri bir üst gücün yönettiği şeklinde çıkan modern mitolojinin büyük bir bölümü Batı dünyasında, modernleşme, kapitalizm ve sekülerleşme süreçlerine dair tepkisel düşüncenin ürünü idi. Batı dışı dünyada, kolonyalizme ve dolayısıyla Batıya karşı tepkisel söylem ve anlatılar, Batı kökenli tepkisel anlatıları sorgulamak bir yana, aynı anlatıları Batı dünyasını kavrama aracı olarak gördüler.
Bu anlatıların odağındaki kolonyalist-emperyalist ‘Batı’ imgesinde İngiltere’nin öne çıkmasının nedeni açıktır. İngiltere sadece 19. yüzyılın en büyük gücü değil, tarihin yeni tanıdığı yeni bir düzenin temsilcisi, taşıyıcısı ve dayatıcısıdır. Tam da bu nedenle, kolonyalizme karşı tepkiler sadece bağımsızlık arzusu değil, modern kapitalist düzene karşı olan itirazlardır. Yine tam da bu nedenle kolonyalizme karşı mücadeleler, her ülkede çok karmaşık ittifaklara dayanır; bu ittifakların bir ucunda modernleşmenin ürünü olan ulusçuluk ve onu sahiplenen aydın-bürokrat yeni seçkinler, diğer ucunda yerel feodal iktidarlarını kaybeden sınıflar, gruplar, güç odakları ve nihayet bunların ardında hareketlenen kitleler vardır. Kolonileşmiş ülkeler, toplumlar bir yana, Falih Rıfkı’nın (tartışmaya açık bir şekilde) ‘yarı sömürge’ dediği Osmanlı İmparatorluğu gibi eski dünyanın çözülen İmparatorlukları söz konusu olduğunda, durum daha da karmaşık bir hal alır.
Osmanlı söz konusu olduğunda, mesele kolonileşme değil, ama bu sefer güç dayatması idi, bu dayatmaya karşı Batıcılar dediğimiz bir kesim (öncelikle aydın/bürokratlar) çareyi ‘Batı medeniyetini’ yani sanayi toplumunu ve onun taşıyıcısı olan modernleşmeyi topyekûn benimseyerek alt etme yolunda gördü. Diğerleri, kısmen benimsemenin yollarını aramaya koyuldular. İslamcılık bu zeminde icat edilen bir tepkisel ideolojidir. Ancak biz o dönemlerden söz etmiyoruz, zira her yeni nesil farklı bir tarihe doğar, tarihi yorumlamaya oradan başlar ve hep kendine yeniden geçmiş kurar.
Cumhuriyet’in kuruluşunun ardından da aynı şey oldu, Osmanlı İslamcılarının meselesi ile Cumhuriyet devrinin İslamcıları büyük ölçüde farklılaştı. En önemli fark, Osmanlı İslamcılarının Abdülhamid muhalifi olmasına karşı, Cumhuriyet İslamcılarının sembolünün II. Abdülhamid olmasıdır. Ve böyle olması gayet tabiidir, dahası İslamcılık Cumhuriyet dönemi boyunca da –yeni toplumsal-siyasal dinamikler çerçevesinde– sürekli olarak kendini yenilemiştir.
O halde, tarih okumasını da yenilemiş olması gerekmez miydi? Tabii ki öyle ve zaten öyle oldu.
Tam da bu nedenle, ‘İngiliz miti’nden söz etmek gerekiyor. Neden bunca zaman sonra, İslamcı cenahta siyasal muhasebeler ‘İngiliz miti’ni geri çağıracak şekilde, ‘Dünyayı aslında hâlâ İngilizler yönetiyor’ etrafında dolaşmaya başladı? Belki sadece yeni sorulara eski cevaplar verilmeye devam ediliyor, zira mesele halen çözülmüş sayılmıyor. Başka bir deyişle, modernleşmeye/sekülerleşmeye ilişkin sorunlar halen Batı sorunundan bağımsız ve/veya Batı ile ilişkiler sorunu halen modernleşme sorunundan bağımsız düşünülemiyor. Nihayetinde, demokrasi sorunu bir modernleşme meselesi olduğu kadar, Batı ile kötüleşen ilişkiler ve bozulan güç dengesi bir iktidar ve sonuçta ‘beka’ sorunu.
Hafıza yeniden inşa ediliyor; bu inşanın temelindeki fikir şu: Osmanlı’yı çökerten neden ne idiyse, bugün Osmanlı’nın muhayyel dirilişinin önünü kesen de aynı şey. O halde, bu noktada yeniden geriye dönmek gerekiyor; sorun hâlâ Osmanlı’nın çökmesi/çökertilmesi ise, eski defterleri yeniden açmak lazım diye düşünülüyor. Bu bakışa göre mademki meselenin merkezinde geçmişin büyük gücü İngiltere var idi, o halde bir büyük mesele halen devam ediyorsa, filmi geriye sarmalı. Tam da bu nedenle merkezinde İngiltere olan tarihi mitin, sayısız güncel siyaset yorumuna/köşe yazısına temel teşkil etmesine şaşırmamak lazım. Aynı çerçeveden hareket eden tarihi makaleler, kitaplar, dizi filmler için de aynı şeyi söylemek mümkün.
Son zamanlarda bu konu çerçevesinde, son yıllarda yayımlanmış pek çok ‘tarih’ kitabı var. Bu türden ürünler tarih çalışması olarak ciddiye alınmaz, zira Musa Peygamberden başlayıp üç beş sayfada dünya tarihi özetinin ardından, modern dünyanın siyasal yapı taşlarını Tapınak Şövalyeleri, Masonlar, Yahudiler ve tabii onları emellerine alet eden veya onların emellerine alet olan İngilizler üzerinden kuran bir düşünsel izlek ile tarihsel tecrübenin karmaşıklığı hiçbir şekilde örtüşemez. Dahası böylesi bir izlek, sığlık ötesi, çok bilindik ve kalıplaşmış bir komplo senaryosunun Türkiye’nin modern tarihi çerçevesinde tekrarlanmasından ibarettir. Bu türden çalışmalar ciddi tarihçilik alanından ziyade siyasal söylem analizlerinin konusudur. Diğer taraftan, tarihin siyasal-ideolojik çerçevede araçsallaştırılması, tarihyazımcılığı açısından da dikkate alınması gereken bir alandır.
Geçtiğimiz yıllarda yayımlanan iki ‘tarih’ kitabı, bu çerçevede örnekler olarak özellikle dikkatimi çekti. Zira, bu iki kitaba adını veren iki İngiliz şahsiyet, yazının başında sözünü ettiğimiz ‘İngiliz miti’ inşası açısından bulunmaz imkânlar sunuyor. Her ikisi de, 19. yüzyıl sonu İngiltere’sinin Ortadoğu siyaseti çerçevesinde fazlasıyla dolaşıma girmiş, kestirmeden ‘İngiliz casusu’ olarak nitelendirilebilecek, ‘İngiltere’nin gizli hesapları’ üst başlığı altında yer alabilecek isimler. Diğer taraftan, bu iki isim Türkiye’de fazla bilinmeyen, dolayısıyla haklarında yazılanların, tarihsel çerçevesi dışına çıkarılarak boş bir alana düşmesi muhtemel şahsiyetler. Söz konusu isimler, Wilfrid S. Blunt ve Aubrey Herbert, söz konusu kitaplar ise; her ikisi de Mehmet Hasan Bulut imzalı; Siyah Papa’nın Casusu W.S. Blunt ve İslamda Reform (IQ Yayıncılık, 2017) ile İngiliz Derviş – Yeni Türkiye’nin Doğuşu ve Aubrey Herbert (IQ Yayıncılık, 2017, 1. basım 2015).
"Siyah Papa’nın Casusu" olarak takdim edilen W.S. Blunt, aslında ismi zaman içinde gölgede kalmış olsa da, özellikle gerek halifelik gerekse İslam Reformu ve/veya Modernist İslamcılık akımları açısından önemli bir isimdir. Mısır’da Urabi isyanı ve milliyetçilik, İngiliz emperyal siyasetine muhalefet gibi konularda da dikkat çekici bir figürdür.
Bulut, İngiliz Derviş başlıklı kitabının Takdim yazısında “Aubrey Herbert’in hayatının hikâyesi, aslında Yeni Türkiye’nin doğuşunun hikâyesidir” diyor. Doğrusu bizi en çok ilgilendirmesi gereken husus, zaten kitabın başında özetlenmiş oluyor. Tarihyazımı, her zaman sadece geçmişe değil, geleceğe ilişkin bir tasarruftur, ideolojik sığlık çerçevesinde tezahür eden gelecek tahayyülleri ise, geçmişe dair ancak derme çatma tarihyazımcılığına müracaat etmek durumundadır. Tersinden okursak, Türkiye’nin son bir veya iki yüzyıllık geçmişini kolayca paranteze alabilen bir geçmiş algısı, geleceğe dair ancak hızlı ve kökten kopuş reçeteleri önerebilir. Bu türden reçetelerin toplumlara maliyeti malumdur.
Nitekim, kitap boyunca pek çok isim ve olay zikredilerek, o çok bilindik Jön Türklerin Yahudiliği ve dolayısıyla Yahudilerin tarihi yönlendirme araçları olduğu ve Cumhuriyet’in aynı zeminde kurulduğu boyuna tekrarlanmaktadır. Mustafa Kemal’in, Meşrutiyet öncesinden (ve pek tabii olarak öncelikle Selanikli olması hasebiyle) başlayan Yahudiler ile ilişkisinin şeceresi çıkarılır, dişçisinden (s. 129), üroloğuna (s. 335) pek çok isim ve olay, tarihi sürecin mahiyetine ilişkin deliller olarak resmedilir. Kitap boyunca söz konusu edilen uzun tarihsel sürece ilişkin hataları tek tek tartışmak için, aynı uzunlukta bir başka kitap bile yeterli olmayabilir. Ama aslında mesele, konunun uzun zaman ve yer gerektirmesi değildir, asıl mesele hiçbir ciddi tarih okumasının konusu olamayacak, akıl almaz hayal ürünü iddia ve hükümlerdir – mesela Yunanlıların Anadolu’ya asker çıkarmasının dahi, Mustafa Kemal’in isminin parlatılması için gerçekleştirilen bir İngiliz planı olduğu gibi… Yazara göre, İngiltere Başvekili Llyod George, Venizelos ile bu konuda görüşmüş ve bu sayede “Mustafa Kemal’in reklamı yapılmaya başlanmıştı” (s. 353).
Peki, söz konusu ettiğimiz kitabın başlığı ‘İngiliz Derviş’ Aubrey Herbert kimdir ve bu işlerin içindeki merkezi rolü veya sadece rolü nedir? Konu bu şahsa nasıl bağlanıyor? Bu sorulara cevap vermek hem kolay hem zor.
Aubrey Herbert (ilk fotoğraf), Wilfred S. Blunt (ikinci fotoğraf).
Aubrey Herbert, Birinci Dünya Savaşı döneminde Osmanlı hakimiyet alanında adı öne çıkan İngiliz asker, diplomat ve istihbaratçılardan biridir. O nedenle, İngiliz mitinin yeniden dolaşıma girdiği son günlerde bir kitaba konu olması şaşırtıcı değil. Aslında tuhaf olan, Türkiye’de daha önce pek dikkat çekmemesi, 1924’de Türkçe başlıkla yayınladığı Ben Kendim adlı anılarına, kısıtlı bir şekilde daha ziyade Talat Paşa ile ilgili bölümü nedeniyle bir iki gönderme yapılmış olmasıdır. Doğrusu, İngiltere’nin Osmanlı ve Ortadoğu siyaseti çerçevesinde Herbert gibi önemli isimler, Ortadoğu siyaseti açısından daha fazla popülerlik kazanan Lawrence, Sykes ve Gertrude Bell gibi isimlerin gölgesinde kalmıştır. Özellikle Lawrence’ın ismi, biraz da kendi abartılı anlatımları yüzünden 1916 Arap İsyanı çerçevesinde o denli öne çıktı ki, İngiliz siyaseti onun ismi ile sembolleşmiş oldu.
Aslında, Aubrey Herbert de, Osmanlı devletinin yıkım sürecinde, Birinci Dünya Savaşı öncesinden başlayarak, Arnavutluk başta olmak üzere pek mahalde pek çok rol üstlenmiş biriydi. Tam da bu nedenle, John Buchan’ın, bu süreçte İngiliz ve Alman istihbarat savaşlarını konu alan 1916 tarihli Greenmantle adlı romanının [2] kahramanını esin kaynağı olarak tanınıyordu. Garip gibi görünse de Herbert bu süreçte, bir noktada Türk dostu veya yanlısı olarak bilinen bir isimdi. Hatıralarında, Türkiye’ye ilk gidişinde hiç bilmediği bu ülke ve insanları hakkında ne kadar önyargılı olduğundan bahsedip o dönem yazdıklarının hep kendini takip etmesinden yakındıktan sonra, bu fikrinin neden ve nasıl değiştiğini anlatıyordu. Tabii, mesele Türk dostu veya düşmanı olmaktan ziyade, İngiliz politik camiası içinde farklı siyaset çizgilerinin varlığı idi. Nitekim savaş öncesi, Osmanlı devleti ile ittifakın veya en azından Osmanlı tarafsızlığının sağlanmasının İngiltere’nin çıkarlarına daha uygun olduğu tezi ciddi bir tartışma konusu idi. Bu tezi savunanlardan biri Churchill, Lloyd George’un Ortadoğu siyasetini eleştirenlerin başında geliyordu. (Bu konuda en yeni çalışmalardan biri için bkz. Warren Docter, Churchill and the Islamic World, Tauris, 2015)
Mesele, kimin Türklere ne kadar sempatik veya hasmane baktığından çok, İngiltere içinde savaşta Osmanlıların Almanya’nın yanına itilmesinin yanlış olduğunu düşünenlerin açtığı tartışma açısından önemlidir. Bu husus İttihatçıların Osmanlıyı Almanların yanında yıkıma sürükleme konusunda sorumluluğunu hafifletmese de, geçmişi serinkanlı değerlendirme açısından önemlidir.
İngiliz Derviş Aubrey Herbert’i merkezine aldığı için özellikle bu mevzuya değinmesi beklenirken, Herbert’in o dönem emperyal siyasetin bir istihbaratçısı olarak serüvenini özetlemekten dahi uzak ve içinde kitaba ismini veren bu şahsın sadece konu mankeni olarak yer aldığı bir dönem tarihi kurgulamaya çalışıyor, o kadar. Bu çerçevede dikkatimizi çekmesi gereken en önemli hususlardan biri de İngiliz miti etrafında yazılanların pek çoğunun ortak özelliği olan ‘İngilizlerin gücü’nün o döneme ilişkin olaylar ve kişiler etrafında abartılması, yani mitin yeniden üretilmesidir. Diğer taraftan İngiliz mitinin üreticilerinin tarihsel gerçekler olarak kabul ettiği pek çok hususun, aslında İngiliz yazar, çizer ve istihbaratçılarının dolaşıma soktuğu fikir ve görüşler olması önemlidir. Örneğin, II. Meşrutiyet’in bir ‘dönme’ faaliyetinden ibaret olduğu fikri, Herbert’in anılarının en başında ifade ettiği kanaatiydi:
“Selanik Yahudileri, ki genellikle Dönme olarak bilinirler, Türk ihtilalinin gerçek sahibidirler. Muhakkak olan bir şey onların İbrani kökenli olması idi” (Ben Kendim, Ankara, 1999, s. 25).
Daha önemlisi, bazı İngiliz politikacı ve diplomatlarının Jön Türk reformlarını İngiltere’nin çıkarlarına aykırı görmüş olmaları veya kendi Müslüman tebaaları nezdinde Osmanlı tesiri ihtimalinin önünü Jön Türklerin Yahudiliği, dinsizliği gibi temalar ile kırma çabalarıdır. İlginç olan bu iddiayı dile getirenlerden birinin Aubrey Herbert olmasıdır; hatıralarında, “Reformlarını yapmış bir Türkiye Osmanlı topraklarına aç gözlerle bakanlar için kaybedilmiş bir Türkiye idi” diyordu (s. 205). Dahası, Jön Türklerin Osmanlıcı siyasetinin Anadolu’daki Hristiyanları kazanma ihtimali Avrupalı güçler tarafından tehdit olarak görüldüğü, onların çıkarları bu güçlerin ayrılıklarının beslenmesinden yana olduğu için “Asya’daki zavallı Hristiyan azınlığın başına gelen her felaketin bilerek veya bilmeyerek sorumlusu Avrupa’dır” (202) görüşündeydi. Diğer taraftan, İstanbul’da esen Meşrutiyet ve Anayasacılığın Mısır ve Hindistan’ı etkilemesi de tehlike olarak görülmüştür.
O devirde, İngiltere Büyükelçiliğinin ünlü baş tercümanı Gerald H. Fitzmaurice’in anılarına dayalı biyografisinin yazarı G.R. Berridge, İngiliz siyasetinde bu çerçevede gelişen kasıtlı bir İttihat ve Terakki karalaması olduğunu iddia ediyor. Doğrusu, daha sonra –Jön Türklerden Cumhuriyete– bütün yakın tarihi Yahudi-İngiliz komplosu olarak gören çevrelerden çok duyduğumuz, Jön Türklerin dönme/Yahudi olması meselesini en çok diline dolayanların başında, o devirde bir İngiliz, Fitzmaurice geliyordu. Dahası, Fitzmaurice, İttihatçıların Türk ve İngiliz Mason Loncalarının ilişkisi üzerinden İngiltere siyasetini Türkiye lehine etkileme çabasını engellemek gerektiğini rapor ediyordu (s. 224-5).
Aubrey Herbert ise, Fitzmarurice’in Jön Türk ve Yahudi aleyhtarlığını daha şahsi ve sınıfsal bir faktöre bağlıyordu. Herbert’e göre o, her şeye rağmen eski Türkiye’den yana idi, “şimdi O’nu gösterici tavırları, saygıdeğer sakalları ve ihtiramlı konuşmaları ile yaşlı paşalar değil, Selanik’in Yahudileri, Türkler ve bıyıklı Suriyeliler çağırıyor ve onunla Türkçe değil, Beyoğlu Fransızcası ile konuşuyorlardı… Othello’nun hakimiyeti bitmişti; Fitzmaurice’in mevkii kaldı ama mahalli ve resmi yetkisi ihtilalle beraber kaybolmuştu” diyor (Herbert, s. 199).
Fitzmaurice’in gerekçeleri ne olursa olsun, asıl önemli olan, İttihat ve Terakki Cemiyetine dair karalama kampanyasının Hindistan ve diğer Müslüman halklar üzerinde Osmanlı tesirini kırmaya yönelik bir işlevi olduğudur. Ancak, İngiliz siyasetinin bir parçası olan İTC’nin Yahudi ve Masonlar tarafından idare edildiği söylemi, dönüp dolaşıp Cumhuriyet Türkiye’sine muhalefet söyleminin merkezi haline geldi. Arap İsyanının önderi Şerif Hüseyin’in, isyanını gerekçelendirmek için İTC’nin din dışı siyasetlerine işaret etmesinin, Türkiye’de İslamcı siyaset söyleminde yer bulması da bu çerçevede değerlendirilebilir. Bu garip seyrin nedenlerinden biri, kuşkusuz İTC’nin Almanya ile savaşa girmesine karşı çıkan muhalefetin savaş sonrasında çareyi İngilizler ile anlaşmakta görmesidir. Tuhaf bir şekilde, Hürriyet ve İtilafcıların muteber isimlerinin ve başta adına vakıf kurulan Şeyhüslam Sabri Efendi’nin ‘İngiliz Muhipleri’nden biri olması, Cumhuriyet devri İslamcıları için sorun teşkil etmez. Zaten, İTC’ye muhalefetin Cumhuriyet’in kurucu kadrosuna ve tüm Cumhuriyet projesine teşmil edilmesinin hikâyesi başlı başına uzun bir mevzudur. Ancak sonuçta, hem Osmanlının ve dolayısıyla İslam âleminin başına gelenlerin tümünün müsebbibinin İngiltere merkezli bir üst akıl olduğu –ve bu çerçevede diri tutulan İngiliz miti– hem son dönemin İngiliz muhipleri, hilafet tartışmalarını da içerecek biçimde aynı söylem içinde mezcedilebilmiştir.
•
ÜSTTEKİ RESİM:
Bütün dünyaya yayılmış Büyük Britanya İmparatorluğunun kolonileri idare etme konusunda çektiği güçlükleri bertaraf etmek üzere ortaya atılmış Emperyal Federasyon fikrinin haritaya dökülmüş hali (1886) Kolonyal emperyalizme bir alternatif olarak önerilen bu Emperyal Federasyon, tek bir parlamentoya sahip bir süper-devlet olacaktı.
[1] Falih Rıfkı Atay, Gezerek Gördüklerim, Milli Eğitim Basımevi, 1970, s. 42. Falih Rıfkı Atay’ın 1934 Londra seyahati 1970 yılında Baha Yayınevi-İstanbul tarafından Taymıs Kıyıları adı altında da yayınlanmıştı ve bu kitapta da benzer ifadeler yer alıyordu.
[2] Bu roman İngiliz istihbaratının mitleştirilmesi açısından esin kaynağı olmuştur. Türkçesi 2015 yılında Yeşil Manto adıyla yayımlandı. Aubrey Herbert’in bu romanın kahramanının esin kaynağı olduğu iddia edilir. Nitekim Herbert’in Margeret Fitzherbert tarafından yazılan biyografisi de “Greenmantle Olan Adam” (The Man Who was Greenmantle, John Murray Publishers, 1983) başlığını taşır.