"ZAMANLARI BELİRSİZ
ERGENLİKLER ÇAĞI"
Bir gürültü yansımalarıydı kulağıma doluşanlar. Sanki dünyanın bütün sesleri dibimde, etrafımda birleşmişler ve sesli bir bando korosuna ev sahipliği yapıyorlardı. Ben bu gürültünün ortasında kalakalmış, kendine ne tarafa kaçsam diye sorular soran bir zavallı, çaresiz mi çaresiz bir yolcuydum. Öyle ki yollardan keyif alan ve kalabalık gürültülerde yalnızlığımı bulduğumu düşünen ben, şimdi bu gürültülerin arasında hayatımda hiç duymadığım seslerin olabilme ihtimaline dünyaya gözlerini yeni açmış bir bebeğin şaşkınlığına benzer bir şaşkınlıkla bakıyordum.
Böyle sesler olabileceğine ihtimal vermemiş olabilmeme şaşırıyordum. Ben, ihtiyar ben, yıllanmış ben, bir Süryani şarabının ekşi tadında yüzünü buruşturmayacak kıvama gelmiş ben, geçkin ben, sarhoşlukların şifresini bulduğunu düşünen, her türlü sarhoşlukla dalga geçme kıvamına gelmiş ben, şimdi hiç duymadığım karınca gürültülerinin arasında feleğini şaşırmış, bir oraya bir buraya koşturuyordum. Koşa koşa kaçıyordum.
Gürültüler dokunuşumdaydı, sigaramdaydı, anlamlandıramıyordum. Bu yaşımda anlamlandıramadığım şeyler oluşuna çok kızıyordum, daha geçen gün yirmi beşlik genç dostuma akıl hocalığı yapmıyor muydum? Hey hat! Bunalımlı ve karabasanlı bir ihtiyar olmuştum ben. Zaten ergenlik çağı dedikleri şeyin gençlikte olduğuna da inanmamaya başlamıştım artık. Tamam, gençlikte oluyorsa oluyordu. Ama o en zayıfı ve en bunalımsızıydı, buna emindim. Yeni yeni anlıyordum. Yoksa ikinci ergenlik ve üçüncü ergenlik ve hatta zamanları belirsiz ergenlikler çağı adında bir şeyler kesin vardı. Yirmi beşindeki kız çocuğuna açmazlarının sebebini sorduğumda aldığım cevaplarla nasıl dalga geçtiğimi şimdilerde iyice hatırlıyordum. Geçer, geçer… deyişlerim karabasan gibi üstüme çöküyordu. Nasıl geçecek sorularına zamanla diyordum, aynada klişeliğimle dalga geçen kırışmış suratımın aksinin kaşlarını kaldırmasına rağmen. Oysa ne zamanından bahsediyordum!
Zamanla derdi olan, zamanları uzatma kavgasında sancılarımı hep üst bir zemine oturtmaya çalışan ben, şimdi o üst zeminden dünyaya baktığımı düşündüğüm bir noktada birden kendi alt zeminime kayıveriyordum! Kaçıncı ergenlikteydim ben böyle? Önümden gülüşerek geçen gençlere bakarak, boşvermeyin boşvermeyin, diye diye yaşlı edebiyatı çevirmiyor muydum sürekli? O yaşlı edebiyatından zevk alan yirmi beşliklerin de hevesini kırıveriyordum böyle kendi bunalımlarımla. Üst zeminde olduğunu sanan bu genç arkadaşlarıma bir üst zemin olmadığını ya da benim gibi entelektüel geçinen bir ihtiyarın bile günün birinde üst zeminden tepetaklak aşağılara bir yerlere kayıvereceğini –bu kayıverme ihtimalinin her zaman olduğunu– nasıl anlatmalıydım?
Nihai bir son-bir varış derdindeki genç arkadaşlarım, gece gündüz hırpalıyorlardı kendilerini. Her güne yeni bir cümle bulmaya, cümlelerde anlam arayışına, hayatın kendisine kafayı takmışlardı. Kızamıyordum, eleştiremiyordum, ben de öyle değil miydim? Yoksa geçilen yollar hep aynı mı olacaktı? Aynı olsun istemezdim. Hayat kendini gözümün önünde tekrar edemezdi, bu sefer ben ona olan inancımı yitirir, kimselere hayatla ilgili bana ait olduğunu düşündüğüm cümleler kuramazdım. Hayatın kendisini tekrar etmesine izin vermemeliydim. Gidip, genç arkadaşlarıma 'bir dakika' demeli, bana kızsalar da sövseler de, yaşlılığımda geçirdiğim hezeyanları onlara anlatmalı, salt yirmilerinde çözülecek bir anlam kavgası olmadığını anlatmalıydım hayatın. Gözümün önündeki bu debelenişleri, zamanı yakasından paçasından çekiştirmek ve o 'ulaşabileceklerini düşündüğü evre'yi yakalama çabasına teslim olmaktı. Kendilerini ve ruhlarını rahat bırakmalarını söylemeliydim onlara. Söylemeliydim söylemesine ama ben de onların yaşındayken bir ihtiyar karşıma geçip, şimdi onlara söylemeyi planladıklarımı söyleseydi, onu dinler miydim, işte ondan emin değildim.
Koşup duran ve kendi anlamlarında kaybolan ve bir yol tutturamayan bu gençlere, benim de kaybolup durduğumu ve anlamların değişebileceğini bir şekilde söylemeliydim.
Şimdi etrafımda dolaşan bu gürültülerin arasında nasıl bunları düşünebiliyorsam, bizi takip eden pek çok farklı sesin ortasında her an bir öncekinden farklı şeyler düşünebileceğimizi, onlara canlı canlı göstermeliydim. Soyut gençlerdi, anlarlardı beni. Gürültüleri anlattığımda, onların kendisindeki kimi karışıklıklara benzediğini düşündüğünü benim yarı yaşımdan küçük şu yanımdaki kız söylememiş miydi? Ondan önceki sohbetimizde de onun yanındaki genç erkek beni anladığını söyleyip durmuyor muydu? Zaman bir garip kavramdı, azizim. Bazen, neysek o oluyorduk, değişmiyorduk; bazen de öğrendiğimiz yenilikler doğrultusunda değişiveriyorduk. Düşüncelerim kafamda gidip geliyordu ama üzerimdeki kapana kısılmışlık hissi bir türlü geçmiyordu. Sesli sesli bağırmaya başladığımı yanımdaki genç arkadaşımın beni sarsmasıyla fark ediyordum. Bağırıyordum ve koşuyordum.
Gürültüler arkamda kaldı sanıyordum, ama hayır, gürültüler de genç arkadaşlarım da benimle birlikte koşuyorlardı. Ve biz gürültülerden arınamayacağımızı bildiğim uçsuz ve engebeli bir zamana doğru koşuyorduk. Ben biliyordum, onlara da anlatacaktım.
ERGENLİKLER ÇAĞI"
Bir gürültü yansımalarıydı kulağıma doluşanlar. Sanki dünyanın bütün sesleri dibimde, etrafımda birleşmişler ve sesli bir bando korosuna ev sahipliği yapıyorlardı. Ben bu gürültünün ortasında kalakalmış, kendine ne tarafa kaçsam diye sorular soran bir zavallı, çaresiz mi çaresiz bir yolcuydum. Öyle ki yollardan keyif alan ve kalabalık gürültülerde yalnızlığımı bulduğumu düşünen ben, şimdi bu gürültülerin arasında hayatımda hiç duymadığım seslerin olabilme ihtimaline dünyaya gözlerini yeni açmış bir bebeğin şaşkınlığına benzer bir şaşkınlıkla bakıyordum.
Böyle sesler olabileceğine ihtimal vermemiş olabilmeme şaşırıyordum. Ben, ihtiyar ben, yıllanmış ben, bir Süryani şarabının ekşi tadında yüzünü buruşturmayacak kıvama gelmiş ben, geçkin ben, sarhoşlukların şifresini bulduğunu düşünen, her türlü sarhoşlukla dalga geçme kıvamına gelmiş ben, şimdi hiç duymadığım karınca gürültülerinin arasında feleğini şaşırmış, bir oraya bir buraya koşturuyordum. Koşa koşa kaçıyordum.
Gürültüler dokunuşumdaydı, sigaramdaydı, anlamlandıramıyordum. Bu yaşımda anlamlandıramadığım şeyler oluşuna çok kızıyordum, daha geçen gün yirmi beşlik genç dostuma akıl hocalığı yapmıyor muydum? Hey hat! Bunalımlı ve karabasanlı bir ihtiyar olmuştum ben. Zaten ergenlik çağı dedikleri şeyin gençlikte olduğuna da inanmamaya başlamıştım artık. Tamam, gençlikte oluyorsa oluyordu. Ama o en zayıfı ve en bunalımsızıydı, buna emindim. Yeni yeni anlıyordum. Yoksa ikinci ergenlik ve üçüncü ergenlik ve hatta zamanları belirsiz ergenlikler çağı adında bir şeyler kesin vardı. Yirmi beşindeki kız çocuğuna açmazlarının sebebini sorduğumda aldığım cevaplarla nasıl dalga geçtiğimi şimdilerde iyice hatırlıyordum. Geçer, geçer… deyişlerim karabasan gibi üstüme çöküyordu. Nasıl geçecek sorularına zamanla diyordum, aynada klişeliğimle dalga geçen kırışmış suratımın aksinin kaşlarını kaldırmasına rağmen. Oysa ne zamanından bahsediyordum!
Zamanla derdi olan, zamanları uzatma kavgasında sancılarımı hep üst bir zemine oturtmaya çalışan ben, şimdi o üst zeminden dünyaya baktığımı düşündüğüm bir noktada birden kendi alt zeminime kayıveriyordum! Kaçıncı ergenlikteydim ben böyle? Önümden gülüşerek geçen gençlere bakarak, boşvermeyin boşvermeyin, diye diye yaşlı edebiyatı çevirmiyor muydum sürekli? O yaşlı edebiyatından zevk alan yirmi beşliklerin de hevesini kırıveriyordum böyle kendi bunalımlarımla. Üst zeminde olduğunu sanan bu genç arkadaşlarıma bir üst zemin olmadığını ya da benim gibi entelektüel geçinen bir ihtiyarın bile günün birinde üst zeminden tepetaklak aşağılara bir yerlere kayıvereceğini –bu kayıverme ihtimalinin her zaman olduğunu– nasıl anlatmalıydım?
Nihai bir son-bir varış derdindeki genç arkadaşlarım, gece gündüz hırpalıyorlardı kendilerini. Her güne yeni bir cümle bulmaya, cümlelerde anlam arayışına, hayatın kendisine kafayı takmışlardı. Kızamıyordum, eleştiremiyordum, ben de öyle değil miydim? Yoksa geçilen yollar hep aynı mı olacaktı? Aynı olsun istemezdim. Hayat kendini gözümün önünde tekrar edemezdi, bu sefer ben ona olan inancımı yitirir, kimselere hayatla ilgili bana ait olduğunu düşündüğüm cümleler kuramazdım. Hayatın kendisini tekrar etmesine izin vermemeliydim. Gidip, genç arkadaşlarıma 'bir dakika' demeli, bana kızsalar da sövseler de, yaşlılığımda geçirdiğim hezeyanları onlara anlatmalı, salt yirmilerinde çözülecek bir anlam kavgası olmadığını anlatmalıydım hayatın. Gözümün önündeki bu debelenişleri, zamanı yakasından paçasından çekiştirmek ve o 'ulaşabileceklerini düşündüğü evre'yi yakalama çabasına teslim olmaktı. Kendilerini ve ruhlarını rahat bırakmalarını söylemeliydim onlara. Söylemeliydim söylemesine ama ben de onların yaşındayken bir ihtiyar karşıma geçip, şimdi onlara söylemeyi planladıklarımı söyleseydi, onu dinler miydim, işte ondan emin değildim.
Koşup duran ve kendi anlamlarında kaybolan ve bir yol tutturamayan bu gençlere, benim de kaybolup durduğumu ve anlamların değişebileceğini bir şekilde söylemeliydim.
Şimdi etrafımda dolaşan bu gürültülerin arasında nasıl bunları düşünebiliyorsam, bizi takip eden pek çok farklı sesin ortasında her an bir öncekinden farklı şeyler düşünebileceğimizi, onlara canlı canlı göstermeliydim. Soyut gençlerdi, anlarlardı beni. Gürültüleri anlattığımda, onların kendisindeki kimi karışıklıklara benzediğini düşündüğünü benim yarı yaşımdan küçük şu yanımdaki kız söylememiş miydi? Ondan önceki sohbetimizde de onun yanındaki genç erkek beni anladığını söyleyip durmuyor muydu? Zaman bir garip kavramdı, azizim. Bazen, neysek o oluyorduk, değişmiyorduk; bazen de öğrendiğimiz yenilikler doğrultusunda değişiveriyorduk. Düşüncelerim kafamda gidip geliyordu ama üzerimdeki kapana kısılmışlık hissi bir türlü geçmiyordu. Sesli sesli bağırmaya başladığımı yanımdaki genç arkadaşımın beni sarsmasıyla fark ediyordum. Bağırıyordum ve koşuyordum.
Gürültüler arkamda kaldı sanıyordum, ama hayır, gürültüler de genç arkadaşlarım da benimle birlikte koşuyorlardı. Ve biz gürültülerden arınamayacağımızı bildiğim uçsuz ve engebeli bir zamana doğru koşuyorduk. Ben biliyordum, onlara da anlatacaktım.