Felsefe 2 – 1. Üni̇te Özeti̇

Katılım
3 yıl 7 ay 3 gün
Mesajlar
5,534
Tepkime puanı
1,099
Yaş
27
Konum
İzmir/35
Memleket
İzmir
Meslek
Grafiker
Cinsiyet
bPg20e
Medeni Hal

I. ÜNİTE: FELSEFENİN TEMEL KONULARI VE PROBLEMLERİ​

I. BÖLÜM : VARLIK FELSEFESİ​

1.1 Varlık Felsefesinin Konusu​

Varlık felsefesi varlığın ne olduğunu, anlamını, doğasını, yapısını, ilkelerini ve türlerini
araştıran felsefe disiplinidir. Felsefenin bu amacını gerçekleştiren alt disiplinine
ontoloji denir.

Varlığı yalnız felsefe incelememektedir; bilim de varlığı incelemektedir. Felsefenin
ve bilimin varlığı ele alış tarzları arasında fark vardır. Bilim var olan bu varlığı bölümler hâlinde araştırır, neden sonuç ilişkisi içinde deneysel yöntemle inceler ve onlarla ilgili yasalara ulaşmaya çalışır. Felsefe ise varlığı, bilim gibi parçalara ayırarak değil bir bütün hâlinde açıklamayı ve varlığın genel ilkelerini akıl yoluyla kavramayı amaçlar.

1.1.1 Varlığın Var Olup Olmadığı Problemi​

Varlığın gerçekliği ile ilgili birbirine zıt iki düşünce akımı ortaya çıkmıştır.1- Varlığın olmadığını kabul eden görüşler: 1-Nihilizm (Hiççilik) ve Taoculuk, 2-Varlığın olduğunu kabul eden görüş: Realizm (Gerçekçilik) adını alır.

1. Nihilizm, kendisinden kuşku duyulamayan hiçbir şeyin olmadığını öne süren ve maddesel gerçekliğin varlığını inkâr eden görüştür. Ontolojiyi reddettiği gibi değer anlamında herhangi bir ahlaki ilke ve kuralı, kabul etmez.

2. Realizm ise, insan zihninden bağımsız, insan bilincinin ürünü olmayan bir gerçekliğin (dış dünyanın) var olduğunu kabul eder. Realist filozoflara göre “Var olan nesnel olandır, algılanabilir olandır.”

1.1.2 Varlığın Mahiyeti Problemi​

Filozofların bu yaklaşımları, varlığı daha doğru ve temellendirerek tanımlama çabasına dayanmaktadır. Şimdi varlığın mahiyeti problemi ile ilgili verilen bu görüşleri açıklayalım:

A. Varlığın mahiyetini “oluş” olarak kabul edenler: İlk çağ filozoflarından Herakleitos
(M Ö 540-475)
’ a göre dünyada her şey sürekli hareket, değişme ve akış yani oluş içindedir. Ona göre varlığın ilk ana maddesi “ateş” tir. A.N. Whitehead ( Vaited,1861-1947)’e göre de evrendeki her şey oluş halindedir. Bir şeyin varoluşu başka bir şeyin sebep oluşu nedeniyledir.

B.Varlığın mahiyetinin maddesel olduğunu kabul edenler: Materyalizm olarak adlandırılan bu görüş maddi bir temele dayanmayan herhangi bir şeyin, gerçekte var olamayacağını savunur.

Thales’e göre (Tales, MÖ 640-550) varlığın temelinde bulunan bu ilk madde (arkhe) “su” dur. Empedokles’e göre evrenin özünü “toprak, hava, su, ateş” oluşturur. “Mekanik materyalizm” olarak adlandırılan bu görüşü savunanlardan göre her şey atom ve boşluktan oluşmuştur.

Demokritos’un atomcu mekanik varlık anlayışını (yani atomu ve boşluğu) reddeden Thomas Hobbes (Tomas Hobs,1588-1679) ise cisimci mekanik varlık anlayışını savunur. Mekanik materyalizmin bir diğer temsilcisi de kendisi de bir hekim olan De La Mettrie (Le Matri,1709-1715) dir. Diyalektik materyalizm olarak adlandırılan bu görüşün temsilcisi
Karl Marx ( Marks,1818-1883)’a göre madde ve ondan meydana gelen dış dünya,
insan bilincinden bağımsız olarak vardır.

C. Varlığın mahiyetinin duyu organları ile algılanan nesneler değil; zihinsel,
akılsal, kavramsal yani soyut bir nitelik olduğunu kabul edenler: İdealizm olarak
adlandırılan bu görüş materyalizmin karşısındadır.
İlk çağ filozoflarından Anaksimandros (MÖ 610-545) aperion anlayışıyla soyut, gözlem dışı kuramsal bir öğeyle varlığın kökenini açıklar. Her şeyin kaynağını belirli bir maddeye bağlamayıp “sonsuzluk ve sınırsızlık” tan söz etmiştir. Platon’a (MÖ 427-342) göre varlığın ana ilkesi akılla düşünceyle kavranan kavramlardır. Aristoteles (Aristo, MÖ384-322) de hocası Platon gibi varlığın temelindeki ilk
madde olarak ideayı kabul eder ancak ona göre idea yada formlar ayrı bir dünyada
(idealar dünyasında) bulunmaz, içinde bulunduğumuz dünyadan (nesneler dünyası)
gelirler. G.W. Hegel’ e (1770-1831) var olanların temelinde akıl, mutlak zihin veya tin denilen
“Geist” vardır. Bu dünyadaki her şey; yani nesneler, bireyler, gerçekleşen olaylar
vb. bütünüyle mutlak zihnin farklılaşmış halidir. G. Berkeley (1685-1753) öznel idealizmin denilen özne dışında herşeyi reddeden görüşün temsilcisidir.

İslam düşüncesinde ise var olan bütün varlıkların, tek bir iradenin dilemesiyle varlığa
geldiği, bir yaratıcının eseri olduğu konusunda İbn-i Sina, Gazali, Farabi, İbn-i Rüşd
gibi İslam filozofları görüş birliği içerisindedir.

D. Varlığın mahiyetinin iki farklı öğeden meydana geldiğini kabul edenler: Materyalizm ve idealizm görüşünün ortasında yer alan bu görüş Düalizm (ikicilik) olarak adlandırılır. Bu görüş modern felsefenin kurucusu Descartes (Dekart,1596-1650) tarafından geliştirilmiştir.
Ona göre varlığın birbirine indirgenemeyen madde ve zihin gibi iki temel niteliği vardır.

E. Varlığın mahiyeti ne madde ne de ruhtur. Varlığın mahiyeti dış dünyadaki nesne ve olayların insan bilincindeki yansıması ya da görünüşü olan fenomenlerdir. Bu görüşü savunanlardan Edmund Husserl (Huserl,1859-1938) göre biz deneyim ya da duyularımız yoluyla bilebiliyoruz. Maddenin kendisini ise algılayamıyoruz.

F. Varlık Varoluştur. F. Nietzsche (Niçe, 1844-1900), M. Heıdegger (Heideger,
1889-1976)
, Jean Paul Sartre (Jan Pol Sartır, 1905-1980) tarafından temsil edilen varoluşçulara göre, gerçekten bir varlık vardır fakat bu varlık kendi bilincine sahip olan bir
varoluştur. O, nesneleri nedensel dünyada, insanı ise özgür bir dünyada açıklamaya çalışır. Bu nedenle iki türlü varlığın var olduğunu kabul eder:
1) Kendinde varlık: Maddi dünyadaki her şeydir; beden de dâhil olmak üzere bilinç dışında kalan her şeydir. Örneğin çalışma masamın üzerindeki kalemlik her ne ise odur, olduğundan başka bir şey olamaz.
2) Kendisi için varlık: Bilinçli insan varlığıdır. O, kendisini olduğundan başka biri, daha önce olmadığı bir insan hâline getirir. O, bunu bilinci ve özgür seçimiyle başarır. Bununla da kalmaz, varlığa anlam kazandırır.

1.1.3 Evrende amaçlılık problemi​

Varlık felsefesinin diğer bir sorusu da “Evrende bir amaçlılık var mıdır?” sorusudur. Bu soruya verilen birbirine karşıt iki görüş vardır. 1) Materyalist bir temele dayanan mekanizm görüşü, 2) İdealist bir temele dayanan teleolojik görüş

1) Mekanizm görüşü:
Materyalizmi temel alan bu görüş evreni bir makineye benzetip
evrendeki tüm olayları hareket ve hareket yasalarına dayanarak açıklar. Mekanik
açıklama evrende bir düzenin bulunduğunu ve bu düzenin doğal nedenselliğe dayandığını
yani evrende ortaya çıkan her şeyin bir nedensellik bağlantısı içinde gerçekleştiğini
iddia eder.

2) Teleolojik görüş: İdealizmi temel alan bu görüş mekanizm görüşüne karşı çıkar
ve maddenin kendi başına düzen kazanamayacağı kabulünden hareket eder. Doğal
dünyadaki nedensel düzeni açıklamak için bir zihne, bir amaç ya da ilahi planın etkisine
başvurur.

1.2 Varlık Türleri​

Varlık, yalnızca gerçek dünyada var olan değil aynı zamanda düşüncede de var olandır. Felsefeciler varlığın var olup olmadığını yorumlarken hem gerçek dünyada var olan hem de düşüncede var olan varlıkları ele alırlar.

Gerçek (Reel) Varlık: Zaman ve mekân içinde yer alan dış nesnel gerçekliktir. Beş duyu ile algılanıp kavranırlar.

İdeal (düşünsel) varlık: Duyu organlarınca algılamayan ancak akıl yoluyla kavranabilen,
belli bir zaman ve mekân içinde bulunmayan varlıklardır.

1.3. Herhangi Bir Metnin Varlık Felsefesi Açısından Değerlendirilmesi​

“Varlığın mahiyeti nedir?”, “varlık türleri nelerdir?” soruları ile “varlığın var olup olmadığı
probleminin” tartışıldığını söyleyebiliriz. Bu sorulardan “varlığın mahiyeti nedir? sorusunun “Görünen şeyler bize göründükleri gibi değildir, gerçek olan onların içlerindeki özlerdir” şeklinde cevaplandırıldığını, yazarın hem insan zihninde bağımsız gerçek varlıklardan, hem de insan zihninin ürünü olan düşünsel varlıklardan söz ettiğini, varlığın var olup olmadığı probleminin hem bilim hem de felsefenin alanına girdiğini anlatmakta olduğunu görürüz.

II. BÖLÜM: BİLGİ FELSEFESİ​

2. BİLGİ FELSEFESİNİN KONUSU VE PROBLEMLERİ​

2.1 Bilgi Felsefesinin Konusu​

Bilimler tarafından ortaya konan bilgiler, elde edilme yöntemlerine ve konularına göre çeşitlilik gösterse de hiçbir bilim ürettiği bilginin ne olduğu sorunuyla ilgilenmez. Oysa felsefenin bilgiyi konu alan alt disiplinlerinden bilgi kuramı diğer adıyla epistomoloji (episteme = bilgi, loji= bilim) insan bilgisinin yapısını, imkânını, kaynağını, ölçütlerini, sınırlarını araştırır.

2.1.1 Doğru Bilginin Mümkün Olup Olmadığı Problemi​

Felsefe tarihinde bu soruya iki farklı yaklaşımla cevap verilmektedir. Bunlardan ilki insanın dış dünyanın bilgisini edinmesinin mümkün olmadığını savunan kuşkuculuk (septisizm), diğeri ise mümkün olduğunu savunan dogmatizmdir.

1. Septisizm (Kuşkucuk): Bu görüşü savunanlar kesin ve doğru bilginin olanaklı olmadığını; aksine her zaman bilginin şüpheli olduğunu iddia ederler.

2. Dogmatizm: İnsan zihninin varlık hakkında doğru ve kesin bilgi edinebileceğini öne süren felsefi anlayıştır. Dogmatikler insanın bilgi ve varlık bakımından kendisinden şüphe edilmeyecek kesinlikte mutlak ve değişmez bilgilere ulaşabileceğini savunurlar.

2.1.2 Bilginin Kaynağı​

Doğru bilginin olmadığından asla şüphe etmeyen dogmatikler, bu doğru bilginin kaynağı konusunda faklı görüşlere sahiptirler. Şimdi bu görüşlere kısaca göz atalım.

A) Bilginin kaynağı akıldır (Rasyonalizm): Genel–geçer doğru bilginin kaynağı akıldır. Deneyim veya gözlem bize kesin doğruları hiçbir zaman veremez çünkü deneyim veya gözlem şimdiyle sınırlıdır ve değişen varlıkların bilgisini verir. Oysa, gerçek bilgi değişmez olanın bilgisidir. Sokrates, Aristoteles, Platon, Farabi, Hegel bu görüşün temsilcileridir.

B) Bilginin kaynağı duyu ve deneyimlerdir (Ampirizm): Bilgilerin kaynağı akıl değil, duyular ve dış dünya hakkında duyular sayesinde edinilen deneyimlerdir. Ampirizmin
kökleri, “dünya hakkında bilebileceğimiz her şeyin dünyanın bize söylediği veya bildirdiği şeylerden ibaret olduğu” düşüncesinde bulunur. J. Locke (Con Luk,1632-1704), D. Hume (David Yum, 1711-1776) bu görüşün temsilcileridir.

C) Bilginin kaynağı hem akıl hem duyulardır (Kritisizm): Bilgi için hem akıl hem deneyimin gerekli olduğunu savunan bu sentezci görüşün savunucusu Immanuel Kant’tır (1724-1804).

D) Bilginin kaynağı sezgidir (Entüisyonizm): Bu görüşe göre bilginin kaynağı ne akıl ne de duyulardır. Soyut olan ve dolayısıyla duyular tarafından erişilemeyen bir şeyle doğrudan temas
kurmasını sağlar. Bu görüşün temsilcileri Gazali (1058-1111) ve Henri Bergson (1859-
1941)
dur.

2.1.3. Bilginin Sınırları ve Doğru Bilginin Ölçütleri​

Bilgini sınırları ve kapsamı belirlendiği sürece bilgi konusuna açıklık gelebilir. ‘‘Akıl mutlak, değişmez ve sonsuz hakikati bilebilir mi?, yoksa deney bilgisiyle mi sınırlıyız?’’gibi sorulara verilen farklı cevaplar vardır. Şimdi bu cevaplara değinelim.

A) Realizm (Gerçekçilik): Zihnin dışında bilen özneden bağımsız nesneler dünyası vardır. İnsan var olan bu nesnelerin gerçek bilgisine sahip olabilir, var olanları oldukları şekliyle kavrar.

B) İdealizme göre, insan zihninin dışında var olan bir nesneler dünyası yoktur. Dış dünyanın var oluşu bilen özneye bağlıdır. Bildiğimiz her şey “ide” adını verdiğimiz kendi zihinsel içeriklerimizdir.

C) Rasyonalistler (akılcılar) ve Entüistyonistler (sezgiciler), bilginin sınırlarını metafizik olarak adlandırılan alanı da içine alacak şekilde geniş tutmuşlardır. Doğuştan gelen önsel bilgileri de kabul eden akılcılar, bilgimizin sınırlarını deney ötesine geçebileceğini kabul ederler.

D) Ampirizm olarak adlandırılan duyumcular bu sınırı duyusal olarak algılananlarla sınırlar. Deneyimlerimizin dışındaki bilgilerin gerçek varlığın bilgisi olmadığını kabul eder. Bu nedenle metafiziği ve önsel bilgileri reddeder.

E) Pozitivizm (olguculuk) bilinebilir olanın sadece olgular olduğunu ileri sürer. Olgu, gözlem ve deney konusu olan, var olandır.

F) Pragmatizme (faydacılık) göre, insan için tek gerçeklik bilginin akılsal, mantıksal
tutarlılığı ve çelişmezliği değil işe yararlılığıdır.

G) Neo-pozitivizm diğer adıyla analitik felsefe ise, bilgiyi doğrulanabilir önermelerle sınırlamışlardır. 20. yüzyılda ortaya çıkan bu görüşe göre doğru bilgi, test edilebilen yani doğrulanabilen bilgidir.

Doğru bilginin ölçütleri şunlardır:
a) Uygunluk:
Herhangi bir önerme, olgularla uygunluk içindeyse doğrudur. Örneğin Ahmet’in boyu 1.80 dediğimizde söylediğimizin doğru olması için aynı sonuca ölçüm sonucunda da ulaşmamız gerekir.

b) Tutarlılık: Düşüncelerin ve bilgilerin birbirini desteklemesi, çelişkiden uzak olmasıdır. Önermenin tek başına doğruluğu bir anlam ifade etmez.

c) Tümel uzlaşım: Bazı bilgilerimizin doğruluğunu tümel uzlaşım ile belirleriz. Bir inanç, önerme ya da bilginin doğruluğu hakkında genelin ortak bir yargıda bulunmasına “tümel uzlaşım” denir.

d) Apaçıklık: Apaçıklık, bir bilginin başka hiçbir bilgi ile karıştırılmayacak kadar
açık, kuşku götürmez olmasıdır.

e) Yararlılık: Doğru bilgi karşılaştığımız problemleri çözebilen, beklentilerimize
uygun sonuç veren, pratik işlevi olandır.

2.2. Doğruluk ve Gerçeklik Kavramları Arasındaki İlişki​

Gerçeklik ve doğruluk ne felsefe ne bilimler ne de günlük yaşam için vazgeçilebilir bir kavramdır. Bilginin söz konusu olduğu her yerde, bilgiye dayanmanın, bilgiyle hareket
etmenin ilke edinildiği her durumda bu kavramlar da işin içindedir.

Aristo, “gerçekliğin doğru resmedilmesi hâlinde doğru bilgi elde ederiz. Yanlış resmetme
ise yanlış bilgiyi verir” derken uygunluk kuramını temele almıştır ancak bazı
filozoflar Aristo’nun görüşüne karşı çıkarak doğruluğun her zaman “uygunluk” olmayacağını
ifade etmişlerdir.

2.3 Bilginin Değeri ve Güvenirliği​

Hangi kaynaktan olursa olsun bir bilginin hangi değerleri taşıması gerektiğinin öncelikle belirlenmesi önemlidir.

Bilginin Değeri

– Bilginin üç farklı anlamda değeri olduğu söylenebilir. Birincisi, yaşamsal değeridir.
Bilgi yaşamı olanaklı kılar.

– İkincisi bilginin bize sağladığı pratik değerdir. Pragmatizm (faydacılık) olarak adlandırılan
bu görüş bilgiyi, insanın çevresiyle ilişkisinde karşılaştığı sorunların çözümünde kullanılan yararlı bir araç olarak kabul eder.

– Üçüncüsü ise bilginin öz yani entellektüel değeridir. İnsanlar bilgiye araçsal değerinin
ve yararının ötesinde sadece düşünsel olarak ‘kendisi için istenecek’ felsefi merak
yüzünden de ilgi duyabilirler.

Bilginin Güvenilirliği
Bilimsel bilgiler hâlâ geleneksel yöntemlerle üretilen dergi, kitap vb. bilgi kaynaklarında bulunsa da dünya çapında bir kütüphane olarak kabul edilen genel ağ ortamında doğru ve güvenilir bilgiye ulaşmak gerçek olarak zordur çünkü web üzerinde yayınlanan bilgiler için herhangi bir üst kurul denetim mekanizması mevcut değildir.

Eleştirel bir bakış açısına sahip medya okur-yazarı için bilgiyi kimin yazdığı ve kimin
yayınladığı, en son ne zaman güncellendiği, yayınlayanın tarafsızlığı, yazarın yazdığı
konuya hâkim olma becerisi, alanında otorite olarak kabul edilmesi de önemlidir.

III. BÖLÜM: BİLİM FELSEFESİ​

3. BİLİM FELSEFESİNİN KONUSU VE PROBLEMLERİ​

3.1 Bilim Felsefesinin Konusu​

3.1.1 Bilimin Tanımı​

Bilim, insanın kendisini ve evreni anlamasını sağlayan araçlardan birisidir. Bilim,
atomun parçalarından galaksilere kadar uzanan evreni, insanın içinde yaşadığı toplumu,
insanı konu alan, nesnel, gözlem ve deneye dayalı, sonuçları genellenebilen zihinsel
etkinliklerin ortak adıdır.

Bilimin oluşumu ve işlevi üzerine iki farklı görüş vardır. Bunlar;

3.1.2 Bilimsel Yöntem​

Amacı evreni anlamak ve açıklamak olan bilimin, bu amacına ulaşmak için izlediği yola bilimsel yöntem adı verilir.

1) Problemin tespit edilme aşaması: Bilim insanı tüm çalışmaları probleme cevap bulmak için yapar. Örneğin “ Gelgit olayı neden olur?” Bu bir bilimsel problem tespitidir.

2) Betimleme aşaması: Bu aşamada araştırma konusu olan olgular ve bu olgular arasındaki ilişkiler belirlenir, bunlar sınıflanır ve problemin nedeni olduğu düşünülen veriler kaydedilir.

3) Açıklama aşaması: Kavramsal düzeyde olan bu aşamada betimlenmiş olan olgular ve olgular arasındaki ilişkilerle ilgili (gelgit olayının veya ay tutulmasının oluş nedeni) geçici bir açıklama taslağı olan hipotezler (varsayım) oluşturulur.

Günümüzde A. Einstein (1879-1955), W. Heisenberg (1901-1977), N. Bohr (1883-1962) gibi bilim insanlarının çalışmaları ile doğa yasaları kesin ve zorunlu olmaktan çıkıp olası olarak görülmeye başlanmıştır.

3.1.3 Bilimin Değeri​

Bilim bir toplumun itici gücüdür. Toplumlara daha fazla ve daha iyi gelişme imkânı sağlayan bilimin insanların yaşamında entelektüel bir değeri de vardır. Bilim, insanlara belli bir dünya görüşü oluşturma, belli ilkelere göre düşünme, olaylara ve olgulara nesnel, eleştirel bir bakış açısıyla bakma imkânı verir. Diğer yandan bilimi değerli kılan günlük yaşama kazandırdığı kolaylıklardır. Teknolojik araç ve gereçler bilimsel bilginin günlük yaşama girmiş şeklidir.

3.2. Bilim-Felsefe ilişkisi​

Felsefe genel bir varlığı anlamlandırma faaliyeti olarak bilimden önce gelir. İlk çağda
insanların içinde yaşadıkları evren ile ilgili sorgulamaları bilimlerin doğuşuna zemin
hazırlamıştır. Bu nedenle ilk çağda filozof olarak adlandırılan insanlar aynı zamanda
bilim insanlarıdır.

B. Russell’ın (1872-1970) “Bildiklerimiz bilim, bilmediklerimiz felsefedir”
sözünde ifade ettiği gibi bilim, insanların dikkatini dış olaylara çekerken, felsefe
dikkatleri yeniden olaylardan insana çekmekte, böylece bilmekte olan zihnin bilmedeki
imkân ve sınırlarını tartışmaya açmaktadır.

3.3. Bilimle Yaşam Arasındaki İlişki​

Günümüz bilgi çağı, bilimin hayatımızla nasıl iç içe geçtiğini, onun yaşamımızın ayrılmaz bir parçası hâline geldiğini gösterir. Kullandığımız araba, bindiğimiz uçak, anında bilgiye ulaşmayı sağlayan iletişim araçları hayatımızı kolaylaştırmakta, hastalıklarımıza daha kolay çözüm bulabilmekteyiz.

Bilim ve teknolojinin fayda ve zararı kendisinde değil, hangi amaçla ve kimlerin elinde olduğuna bağlıdır. Francis Bacon’ın (1561-1626) da dediği gibi “Bilgi güçtür.” Ancak bu güç bilimin yıkmak ve yok etmek amacıyla kötüye kullanımını gerektirmemektedir.

IV. BÖLÜM: AHLAK FELSEFESİ​

4. AHLAK FELSEFESİNİN KONUSU VE PROBLEMLERİ​

4.1. Ahlak Felsefesinin Konusu​

Ahlakı konu alan ahlak felsefesi (etik), ahlakın yapısını, özünü ve doğasını felsefi açıdan inceleyerek, temel değer ve ilkelerin neler olduğu üzerinde durur, insan için neyin iyi, neyin kötü olduğunu tanımlamaya, olan ve olması gerekeni belirlemeye çalışır.

4.1.1 İyi ve Kötünün Ölçütü​

İyi ve kötü farklı şekillerde tanımlanmıştır. Ortak tanıma göre iyi, insanın insan olma değerlerine ve yaşadığı topluma yararlı ve değerli olandır. İnsana zarar, acı ve rahatsızlık veren, onun gelişmesini ve kendini gerçekleştirmesini engelleyen her şey kötü olmak durumundadır. Kısaca iyilik ve kötülük gibi değerler nesnel, evrensel, mutlak ve değişmezken, bunlarla ilgili değer yargıları öznel, göreli ve değişken olabilmektedirler.

4.1.2 Özgürlük ve Sorumluluk Arasındaki İlişki​

Sorumluluk ve özgürlük, eylemi ahlaki yapan en önemli iki özelliktir. Her iki özellik de birbirine bağlıdır ve bu iki özellik kendilerini ancak eylemde gösterirler.

1.Determinizm (Belirlenimcilik):İnsanın eylemlerinde özgür olmadığından davranışlarından
da sorumlu tutulamayacağını kabul eden bu görüşe göre, davranışlarımızda özgür olduğumuzu zannetmemiz, hareketlerimizi zorunlu kılan sebepleri bilemeyişimizden ileri gelir.

2. Fatalizm (Kadercilik): Her şeyin önceden doğaüstü bir güç tarafından belirlendiğini savunan bazı kaderci filozoflar da insanların özgür olmadığını, dolayısıyla sorumluluktan söz edilemeyeceğini ileri sürerler.

3. İndeterminizm (Belirlenmezcilik):Farklı davranışlar veya tercihler arasında “karar verme” olgusu nedeniyle insanın özgür olduğunu, dolayısıyla davranışlarından sorumlu tutulacağını iddia eder.

4. Otodeterminizm (Özbelirlemecilik): Davranışı belirleyen bazı etkenler olsa dahi bireyin hayatını kontrol edebileceği anlayışını temel alır.

5. Liberteryanizm (Özgürlükçülük): Ahlaktan ya da ahlaki sorumluluktan söz edebilmemiz için özgürlüğün gerekli koşul olduğunu iddia eder ancak bu özgürlük, bireyin keyfine göre davranması, isteklerini, içgüdülerini dilediğince doyurma olanağı bulması anlamına gelmez.

4.1.3 Evrensel Bir Ahlak Yasasını Olup Olmadığı Problemi​

Ahlak yasası, bireyin nasıl davranacağını belirleyen kurallar sistemidir. Kişi bu yasalar ile yaptığı veya yapacağı davranışlarına meşru bir zemin kazandırır. Vicdanımızın davranışlarımızı yargılaması bu yasalar ile oluşur.

Evrensel bir ahlak yasasının olamayacağını iddia edenler:

a) Hedonizm (Hazcılık):
Ahlaki eylemin değeri, eylemin sonucunda oluşan hazdan gelmektedir. Bir eylem, haz getiren veya hazzı amaçlayan bir eylem ise doğru eylemdir.

b) Egoizm (Bencillik ): İnsanın eylemlerinde korunma içgüdüsüyle hareket etmesinden
dolayı kendisi için iyi olanı aradığını, kişisel istek ve çıkarlarını ön planda tuttuğunu
iddia eden bu anlayış evrensel bir ahlak yasasını ve değerlerini kabul etmez.

c) Anarşizm: Devlet ve yasalar olmadan, insanların daha iyi yaşayabileceğini öne
süren bu görüş de bireyselliği temele alır.

Evrensel ahlak yasasının varlığını kabul edenler:

Evrensel ahlak yasasının varlığının kabul edilmesinden kastedilen, bütün insanların
davranışlarında temel alabilecekleri ortak bir ilkenin var olduğudur. Bu görüşü
savunanlar iki gruba ayrılır:

1.İnsanın öznel yaşantıları ve istekleri ahlak yasasını belirler. Faydacı ve sezgici
ahlak kuramları bu grubun içerisindedir. Faydacı ahlak anlayışını savunanlar, insanın
doğası gereği acıdan kaçıp hazza ulaşmak isteyen bir yapısı olduğunu, bu nedenle de ahlaki
eylemlerinde daima mutlu olmayı hedeflediğini söylerler. Jeremy Bentham (1748-1832) ve John Stuart Mill (1806-1873) bu görüşün temsilcilerindendir. Utilitarizm’in (faydacı ahlak) kurucusu olan Bentham “olabildiğince çok sayıda insanın olabildiğince mutluluğunu” amaçlar.

H.Bergson (1859-1941) bu görüşü savunan filozoflardan biridir. Bergson’a göre iki türlü ahlak vardır: kapalı ahlak ve açık ahlak.

2. Evrensel ahlak yasası Tanrı veya doğa tarafından belirlenir. Bu görüşü savunanlara göre, bu yasa insanın karşısına bazen zorlayıcı bir ilke olarak, bazen de bir buyruk olarak çıkar.

Sokrates’e (M Ö 469-399) göre, bireylere ahlaki eylemlerinde yol gösterecek
nesnel ölçüler bilgi, erdem ve mutluluktur.

Platon’a (M Ö 428-347) göre; insan içinde yaşadığı koşullara göre, ahlaki davranışlarda
bulunamaz; çünkü bu dünyada mutlak ahlaki değerler yoktur.

Aristoteles (M Ö 384-322) en iyi olan şeyin “orta yol” olduğunu söyleyerek, evrensel ahlak yasasını da orta yol; yani ölçülü olmak olarak belirler.

Aydınlanma çağı filozoflarından olan Kant (1724-1804) ahlak yasasını kişiden kişiye değişmeyecek nesnel bir ölçüye bağlamıştır.

Türk asıllı bir filozof olan Farabi (870-950)’ye göre evrende her şey südur (taşma)
yolu ile Tanrı’dan oluşmuştur.

Mevlana, Yunus Emre, Hacı Bektaş Veli gibi Anadolu bilgeleri, gönül terbiyesine
dikkat çekmiş, maddenin ve dünyanın geçiciliğini işleyen ahlak ve düşünce sisteminin
(tasavvufun) doğup yayılmasını sağlamışlardır.

4.2. Mutluluk ve İyilik İlişkisi​

Ahlaki eylemde bulunurken insanın amacının mutluluk olduğu, bütün insanların mutluluk aradıkları, her insanın onu gönülden istediği, arzu ve tercih ettiği, ona ulaşmaya çabaladığı bir gerçekliktir.

Hem bireysel hem de toplumsal iyiyi savunan ve iyiyi en üstün insani değer olarak gören Antik Çağ Yunan filozoflarından Sokrates, Platon, Aristo’ya göre en üstün iyi erdemdir.

Ahlaki iyiliğin, ahlaki davranışın sonucunda oluşan hazda olduğunu söyleyen Aristippos,
bedensel hazların en yüksek iyi ve mutluluk olduğunu ileri sürerken; Epikuros ise bedensel hazların bir doyum sınırı olmadığından insana acı verdiğini söyler.

M Ö 336-264 yılları arasında kurulmuş ve Hellenistik dönemde etkili olmuş Stoa okuluna göre de yaşamın amacı mutluluktur.

4.3 Özgürlük, Sorumluluk ve Kural (Norm) ilişkisi​

İnsanlar toplu hâlde yaşadıkları için başına buyruk hareket edemezler. Toplum hâlinde yaşamak bir düzeni gerektirir. İşte bu düzeni sağlamak üzere oluşturulan normlar (yani ahlak, din ve hukuk kuralları) kimin nereye kadar bir şeyi yapmaktan ya da yapmamaktan sorumlu tutulabileceğini gösterir. Başka bir ifade ile insan eylemlerini gerçekleştirirken sınırsız bir güce (Tanrı), yargıya (hukuk) ya da kendi vicdanına (ahlak) karşı sorumluluk duymaktadır. Hukuksal sorumluluklar, ilgili yasa ve yönetmeliklere göre tespit edilirken, ahlaki sorumluluklar açısından bunu yapmak daha güçtür.

V. BÖLÜM: DİN FELSEFESİ​

5. DIN FELSEFESİNİN KONUSU VE PROBLEMLERİ​

5.1 Din Felsefesinin Konusu​

Din; insanın yaratıcı, diğer insan ve varlıklarla ilişkisini düzenleyen ve hayatına yön veren kurallar bütünüdür İlk yerleşik toplumlardan bu yana din, insanın doğaüstü birtakım güçlere duygusal ya da bilinçli olarak inanması ile var olmuş temel bir kurumdur.

5.1.1 Tanrının Varlığı İle İlgili Görüşler​

Din felsefesinin en temel sorusu, Tanrı’nın var olup olmadığı sorusudur. Tanrı’nın
varlığı konusunda, üç temel yaklaşımdan söz edilebilir:
I. Tanrının varlığını kabul eden görüşler (Teizm, deizm, panteizm, panenteizm):

I. Tanrı’ nın varlığını kabul edenler “Tanrı evrenin kendisi midir (içkin), yoksa evrenin
dışında, ondan ayrı mıdır (aşkın)?” sorusuna faklı cevaplar vermişlerdir.

1. Teizm (Tanrıcılık): Evren ve evrendeki her şeyi yoktan var eden mutlak güce
sahip, ezelî ve ebedî olan bir Tanrı’nın varlığını savunan dinlerin ve dinsel öğretilerin
genel adıdır.

• Monoteizm: Tek tanrıcılık olarak ifade edilen bu anlayışa göre Tanrı evreni yaratan,
ezelî ve ebedî olan, benzeri olmayan tek mutlak güçtür.

• Politeizm: Birden çok Tanrı’nın varlığını savunan görüştür. Bu görüş Antik Çağ
da varlık bulmuştur.

2. Deizm (Yaradancılık): Akıl yoluyla kavranan bir Tanrının varlığına inanır ancak
onun evreni yarattıktan sonra ona müdahale etmediğini savunur. Önde gelen temsilcileri J. Locke (Luk, 1632-1704), Newton (Nivtın, 1642-1727), J.J. Rousseau (Russo, 1712-1778) ve Voltaire (Voltair, 1694-1778)’dir.

3. Panteizm (Tüm tanrıcılık): Bu görüşün temsilcisi Plotinos ve B. Spinoza (1632-1677) dır. Spinoza’ ya göre, Tanrı ve evren bir ve aynı şeylerdir.

4. Panenteizm (Diyalektik Tanrıcılık): Panenteizm Tanrı-evren özdeşliğini kabul
etmez. Panteizm “Her şey Tanrı’dır” derken, panenteizm “Her şey Tanrı’dadır” der.

II. Tanrının varlığını reddeden görüş (Ateizm): Kuşkucular, maddeciler ve pozitivistler için kullanılan ateizm, teizme tepki olarak ortaya çıkmıştır. Yaratıcının varlığını kabul etmeyen bir düşünce hareketidir. İlk izlerine Antik Çağ Yunan filozoflarından Thales’te ve Epikuros’ta rastlanır. K. Marx, Leibniz, Nietzsche, J. P. Sartre’ dır. Ateizmin felsefi temeli materyalizmdir.

III. Tanrının varlığı ya da yokluğunun bilinemeyeceğini ileri süren görüş (Agnostisizm):
III. Agnostisizm: Tanrı’nın varlığının da yokluğunun da bilinemeyeceğini kabul
eden görüştür. Sofist olan Protagoras, “Tanrı’larla ilgili olarak, onların ne var olduklarını ne
de var olmadıklarını bilebilirim çünkü bu konuda bilgi için konunun karanlıklılığı ve
insan yaşamının kısalığı gibi birçok engel vardır” demiştir. Diğer temsilcileri ise Kant,
D.Hume, A. Comte (Kont, 1798-1857)
’dir

5.1.2 Evrenin Sonluluk ya da Sonsuzluk Problemi​

Din felsefecileri, “Tanrı evreni yaratmış mıdır?, eğer yarattıysa sonlu olarak mı, yoksa
sonsuz olarak mı yaratmıştır?” gibi sorularla evrenin yaratılışını sorgulamışlardır. Eski Yunan’ın atomcu görüş temsilcileri olan Demokritos ve Epikür’e göre yalnız madde gerçektir ve onun dışında hiçbir şey yoktur.

Platon da Tanrı’nın evreni “kaos” tan yarattığını, bu “kaos”a şekil verdiğini söylerken evrenin bir başlangıcı olmadığı fikrine yakın durmaktadır. İslam filozoflarından Farabi ve İbn-i Sina yoktan yaratma ile ezelî olmayı birleştirmeye çalışmışlar ve farklı bir Tanrı-evren ilişkisi ortaya koymuşlardır. İbn-i Sina bu konuda şöyle der: “Allah âlemden zaman itibariyle değil fakat tıpkı sebebin sonucundan önce olduğu gibi, öz ve sıra önceliği itibarıyla öncedir.”

5.1.3 Ölümden Sonra Yaşam Problemi​

Düşünce tarihinde ruhun ölümsüz veya beden gibi ölümlü olduğunu savunan filozoflar olmuştur. Bundan dolayı ruhun ölümlü ya da ebedî olup olmaması ile ilgili tartışmalar ölümden sonraki hayat için önemlidir. Ölümden sonraki hayatın metafizik bir konu olduğu kesindir.

Ruhun ölümsüzlüğü problemini ilk defa ele alan filozof Platon’dur. Ona göre ruh hem yaşam öncesi hem de yaşam sonrasında ölümsüzdür.

Plotinus’a (MS 205-270) göre bedenden ayrı ve farklı ilahi bir cevher olan ruh, bedenden ayrıldığı zaman tabiatüstü görme kuvvetine ulaşır.

G.Berkeley (1685-1753)’e göre ruh uyku ve ölüm halinde de düşünmeye ve algılamaya devam etmektedir.

İbn-i Sina (980-1037)’ya göre ruh içinde oturduğu beden için bir iç hareket ilkesidir.

Gazali’ye göre de bedenin ölümünden sonra ruh ne ölür ne de yok olur.

5.2. Din Felsefesi ve Teoloji​

Din felsefesini daha anlaşılır hâle getirebilmek için, onu aynı konuları ele alan teolojiden
ayırmak bize yarar sağlayabilir.

1) Teoloji (ilahiyat/ Tanrı bilimi) Tanrı’nın varlığını, niteliklerini, Tanrı’nın yarattığı
varlıklarla olan ilişkisini açıklayan bilgi dalıdır.

2) Teolojinin açıklamaları doğrudan doğruya inanca dayanır, şüphe ve eleştiri içermez.

3) Teolojide Tanrı-evren ilişkisi açıklanırken dindeki kutsal kitaba, peygamberin söz ve eylemlerine, din âlimlerinin yorumlarına dayanılarak, insanlarda ve toplumlarda dinsel inancı güçlendirmek ve geliştirmek esastır.

4) Her dinin bir teolojisi vardır. İslam teolojisi, Yahudi teolojisi, Hristiyan teolojisi
gibi. Dinlere özgü birer din felsefesinden söz edilemez.

5) Teoloji vahye dayanırken, din felsefesi dinin ilke ve inançlarını, akla dayanarak
ve mantıksal analiz yoluyla sorgular.

5.3. Ben Kimim?​

İnsanoğlunun ezelden beri cevaplamaya çalıştığı “Ben kimim”?, “Varlığımın amacı nedir”?, “Bu dünyaya nereden geldim ve nereye gidiyorum”?, “Daha önce bu dünyada bulunmuş muydum”? gibi sorular hem felefeyi, hem bilimi hem de dini ilgilendirmektedir. Bu üç alan insanı kendi bakış açısına göre tanımlamışlar; ancak bu tanımların hepsi eksik kalmıştır.

VI. BÖLÜM: SİYASET FELSEFESİ​

6. SİYASET FELSEFESİNİN KONUSU VE PROBLEMLERİ​

6.1 Siyaset Felsefesinin Konusu​

Siyaset felsefesi siyasi otoritenin yani iktidarın bireyle olan ilişkisini, birey ve devletin birbirleri karşısındaki hak ve görevlerini, siyasi kurumların işleyiş ve yapısını araştıran ve bunları nesnel ölçütlere dayandırmaya çalışan felsefe dalıdır.

6.1.1 Hak, Özgürlük, Adalet​

Hak: Birinci anlamıyla hak, eğitim, sağlık, özel mülkiyet edinme, seçme ve seçilme
hakkı gibi insanın bir eylemde bulunabilme ve bir olanak ya da koşuldan yararlanma
yetkisidir.

Özgürlük, insanın önünde bulunan türlü seçeneklerden birini, dış etkiler söz konusu
olmaksızın, iradesiyle seçmesi durumudur.

Adalet, herkesin hak ettiği ödül ya da cezayla karşılaşması durumudur. Yani adalet
hakkın gözetilmesi ve hayata geçirilmesi anlamına gelir.

6.1.2. İktidarın Kaynağı​

Siyaset felsefesinin üzerinde durduğu sorulardan biri de devlet iktidar gücünü hangi kaynağa dayandırarak meşru kılmaktadır? İktidarı meşru kılan kaynak nedir? Siyaset felsefecilerden Max Weber (1864-1920)’e göre iktidar, yani yöneten otorite gücünü üç kaynaktan alır: geleneksel otorite, karizmatik otorite, demokratik veya hukuksal otorite.

1.Geleneksel Otorite: Bu otorite kaynağını gelenek ve yerleşik inançlardan alır. Bu otorite türü, geleneklerin hâkim olduğu, değişmeye kapalı ve gelişmenin çok yavaş olduğu durağan toplumlarda ve kurumlarda görülür.

2.Karizmatik Otorite: Karizma “lütuf, Tanrı vergisi” anlamına gelir. Karizmatik otorite, doğrudan doğruya yönetici veya liderde doğuştan getirildiği ve olağanüstü olduğu kabul edilen bireysel güç ve niteliklerinin (kahramanlığı, eşsiz adaleti, üstün bilgisi gibi) bulunduğu
inancına dayanır.

3.Demokratik veya Hukuksal Otorite: Bu otoritenin kaynağı insanın kendi akıl ve iradeleriyle oluşturdukları yazılı hukuk kurallarıdır. İktidarın meşruiyeti “halka” ve “millete” dayanır. J. J. Rousseau, J. Locke, D. Hume bu görüşün savunucularındandır.

6.1.3 İdeal Devlet Düzeni Arayışları​

Devletin ilk ve asıl amacı düzeni sağlamaktır. Bu amaçla devlet, ilk önce bireylerin hak ve özgürlüklerini güvence altına almak için yasaları çıkarır. Bunlara toplum ve bireylerin uyması için gerekli zorlayıcı tedbirleri alır.

Bu arayışta iki farklı yaklaşım vardır.
I. İdeal bir düzenin olabileceğini reddedenler
II. İdeal bir düzenin olabileceğini kabul edenler

6.2 Temel Hak ve Özgürlükler​

nsanların dil, din, ten rengi, kültür farkı ayırt etmeksizin sadece insan olma sebebiyle doğuştan sahip olduğu birtakım hakları vardır. Bu hakların en önemli özellikleri evrensel, devredilemez, dokunulamaz, vazgeçilemez olmaları ve devlete karşı ileri sürülebilmeleridir. Kişisel haklar olarak ifade edilen bu haklara örnek olarak yaşam hakkı, kişi güvenliği, özel yaşamın gizliliği, din ve vicdan özgürlüğü, düşünme ve düşündüğünü söyleme özgürlüğü, konut dokunulmazlığı, haberleşme özgürlüğü, gezi ve yerleşme ile bilim ve sanat özgürlüğü verilebilir.

İktidarı yani yönetme gücünü elinde bulunduran egemen güç meşruiyetini yönettiği
insanların temel hak ve özgürlüklerine gösterdiği saygıdan alır.

Teokratik egemenliğin söz konusu olduğu yönetimlerde (örneğin, Ortaçağ Avrupası’nda)
din kurallarının birer doğma olarak tartışmasız kabul edilmesi, insan haklarının
gelişmesini etkilemiş ve engellemiştir.

Egemenlik kavramını ilk ele alıp inceleyen düşünür Jean Bodin (1530-1596)’dir.

17. yüzyılda Thomas Hobbes, yasaların hukuksal açıdan bir sınıra tabi olmayan siyasal egemenin emirleri olduğunu belirtmiş ve ilahi veya doğal hukukun egemen bakımında hiçbir öneme sahip olmadığını iddia etmiştir.

6.3 Birey-Toplum-Devlet İlişkisi​

Birey, toplum ve devlet; birbirinden hiçbir zaman bağımsız olamazlar. Bir toplumu
oluşturan bireyler ne kadar bilgili, donanımlı ve güçlü olurlarsa o toplum da o kadar
dayanıklı ve güçlü olur.

I. “Birey devlet için vardır.” Bu görüş 18. yüzyıla gelinceye kadar hâkim olmuştur.
Birey karşısında devlete ağırlık veren felsefi görüşler, ağır sosyal çalkantı ve karışıklıkların
yaşandığı dönemlerde ortaya çıkmışlardır.

II. “Devlet birey için vardır.” Devlet karşısında bireye önem veren bu görüşün ilk
temsilcileri Sofistler olmuştur. İnsanı merkezlerine alan toplumsal-siyasal kurumların
insanın hizmetinde olması gereken yapılar olduğunu vurgulayan görüşleri savunmuşlardır.

III. Birey-devlet ilişkisi yasalar çerçevesinde karşılıklı hak ve görevlere bağlı
olarak dengelenmiştir.
Günümüzde demokratik hukuk devleti anlayışında ifadesini
bulan bu ilişkide karşılıklı hak ve görevler belirlenmiştir.

VII. BÖLÜM: SANAT FELSEFESİ​

7. SANAT FELSEFESİNİN KONUSU VE PROBLEMLERİ​

7.1. Sanat Felsefesinin Konusu​

Duyusal olana ilişkin bilgiyi kendine konu edinen sanat bir insan etkinliğidir. Bu
etkinliğin ortaya koyduğu ürünler yaratıcılığa, hayal gücüne ve yeteneğe dayanır.

7.1.1 Güzelin Tanımı​

Güzel nedir? Sorusu İlk Çağ’dan beri filozofların gündeminde olmasına rağmen estetiğin
güzelin ne olduğunu sistemli bir şekilde sorgulaması A.G. Baumgarten’le (1714-1762) ile olmuştur. E. Delacroix (1798-1863) sanat güzelliğini doğal güzellikten üstün tutarken, Leonardo da Vinci de, doğadaki güzelliğin sanat güzelliğinden üstün olduğunu savunur.

M Ö 6.yüzyılda yaşamış Pythagoras, güzel olanı kendi evren anlayışının bütünü içerisinde
değerlendirir. Platon’a göre güzel, ölümsüz, artmaz, eksilmez, ebedî ve ezelî olan güzel ideasıdır. Aristo güzelliği âdeta matematik olarak değerlendirir. A.Augustinus (354-430) göre bir kimsenin ruh ve beden güzelliğine sahip olabilmesi için Tanrı’nın mükemmel olan güzelliğine yaklaşması gerekmektedir. Plotinus (204/5-70)’un güzellik kuramı onun metafiziğine dayanır. Farabi’ye göre İlk Olan’ın varlığı en mükemmel varlık olduğuna göre, onun güzelliği güzel olan her şeyin güzelliğinin üstündedir. Mevlana’ya göre nesnelerde görülen güzellikler Tanrı’nın belli bir zaman için onlara verdiği bir niteliktir.

7.1.2 Sanatın Tanımı​

Sanat güzelliğin tasviridir. Aristophanes’in söylediği gibi maddi ve ekonomik çıkarlar
gözetilmeden yapılan, zahmetli, buna rağmen diğer insanlara doyumsuz zevk veren etkinliktir.

Platon’a göre sanat, bir tür var olanı taklit etme, öykünme veya yansıtmadır. Aristo’ya göre de sanat taklittir ancak taklit; bir nesneyi alıp yeniden sunma işlevi değil orantılı ve düzenli hale getirme yani onu kusurlarından arındırma çabasıdır. Kant’a göre, insan aklının ve hayal gücünün nesneleşmiş hâlidir. B. Croce’ye (1866-1952) göre özgür bir etkinliktir. Sanatçı bu özgürlük alanını kullanarak, yaratıcı hayal gücüyle doğada olmayan mükemmelliği yaratmaya çalışır. Alman şair Schiller’e (Şiller, 1759-1805) göre amacı olmayan özgür bir oyundur.

7.1.3 Sanat Eserinin Özellikleri​

Sanat eserini sanat eseri yapan bu unsurlar şunlardır:

1. Sanat eseri doğal ortamda kendiliğinden oluşmaz.

2. Sanat eseri ekonomik ve işlevsel değeri olmadan yapılan
eserlerdir.

3. Bir estetik kaygıyla yapıldığı için özgün, tek ve biriciktir.

4. Sanatçının sıra dışı olan kendine özgü duygu, düşünce ve hayal gücüne yeteneğine dayandığı için kişiseldir.

5. Sanat eseri kalıcıdır. Geçmişten günümüze, bugünden geleceğe aktarılır.

6. Parçaları arasında (örneğin, renk, ses, ton, çizgi vs.) hoşa giden bir düzen ve oran, simetri, bütünlük gibi nitelikleri barındırır.

7. Evrenseldir.

7.2 Sanat ve Duyarlılık İlişkisi​

Yaşadığımız dünyaya topluma, doğaya ve insanlara karşı olan sorumluluklarımız başta duyarlı olmayı gerektirir. Sanatçılar yaşanan dünyadaki haksızlıkları, zulümleri, soykırımları din, dil, ırk, cinsiyet, canlı ayrımı yapmadan tuvaline, şarkı sözlerine, kitaplarına, şiirlerine konu edinen insanlardır. Duyuların eğitilmesi yoluyla duyusal zenginliğin çoğalması ilkesine dayanan sanat eğitimi sayesinde;

1. Estetik bakış açısı ve zevki geliştirmek mümkündür.

2. Toplumsal ilişkileri, olayları derinlemesine inceleyen bir roman, şiir veya bir tiyatro eseri sadece insana rehberlik etmekle kalmaz.

3. Sanatsal duyarlılık bilincinin kazanılması, bireyin düşüncelerini dışavurum deneyimi
kazanmasını sağlar.

4. Estetik yargıların beğeni yargısı olduğu bilinci bireyin kendi duygularının farkına varmasını sağlar.

5. Duyguları estetik değerlerin hazzıyla beslenen insanın etik değerleri kazanması daha kolaydır.

6. Duyarlı olmak bir bireyin yaşamında önemli olduğu gibi toplumların yaşamında da önemlidir.

7.3. Yaşadığımız Şehirlerin Mimari Yapısının Estetik Açıdan Değerlendirilmesi​

Günümüz maddeci dünyasında, çoğunlukla estetik Görsel 1.36 Edirne Selimiye Cami duygular göz ardı edilmektedir. Teknolojik ilerleme ve bilimsel birikime rağmen pratik ve seri üretimden çıkmış malzemelerle basit, yüzeysel, emekten ve sanattan arındırılmış hatta çevreci olmayan yapı malzemeleri ile yapılan bir şehir mimarisi vardır. Oysa tarihin en önemli medeniyetlerini incelediğimizde o dönemin şartlarında bile mimari üslup, sanat tarzı ve teknik olarak muhteşem
yapılar inşa edildiği görülmektedir.
 

Benzer konular

Geri
Üst Alt