Evliyaların Evliya Oluşu Nasıl Belli Olur ?

Charismax

Copyright @ Charismax
Katılım
3 yıl 7 ay 8 gün
Mesajlar
25,232
Tepkime puanı
8,697
Yaş
35
Konum
Memed' Home
İsim
CHRS
Memleket
Neresi?
Meslek
IzdırapÇI
Cinsiyet
vtEvVy
Medeni Hal
ALLAH DOSTU cc.,EVLİYA, VELİ, EREN, ERMİŞ, HAK DOSTU...



ALLAH’ü Teâlânın râzı olduğu, beğendiği kullarına, evliyâya, erbâb-ı kulûb, erbâb-ı dil, ibnü'l-vakt de denmektedir.

ALLAH’ü Teâlânın emirlerine uyup, O'nun sevgisini ve zikrini gönlünden hiç çıkarmayan, gafletten uzak, ALLAH celle celalüh adamı kimselere, velîlere ehlullah adı da verilmektedir.

Veli; dost, sevgili, ermiş gibi mânâlara gelir. Evliyâullah kelimesi ise ALLAH-u Teâlâ'ya dost olanları ifade etmektedir.


EVLİYÂ:
Velî kelimesinin çoğuludur.


1. Dostlar.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Mü'minler (inananlar) , mü'minleri bırakıp da kâfirleri (inanmıyanları) evliyâ edinmesin. (Âl-i İmrân sûresi: 28)


2. ALLAH’ü Teâlânın sevgili kulları, nefsin esâretinden kurtulup, sözleri, işleri ve hareketleri İslâmiyet'e uygun olanlar, devamlı ALLAH’ü Teâlâyı hatırlayıp, ananlar.


Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Biliniz ki, ALLAH’ü Teâlânın evliyâsı için azâb korkusu ve nîmetlere kavuşmamak üzüntüsü yoktur. (Yûnus sûresi: 62)


ALLAH’ü Teâlâ buyurdu ki: "Evliyâmdan birine düşmanlık eden, benimle harb etmiş olur..." (Hadîs-i kudsî-Buhârî)


Evliyâ görülünce, ALLAH’ü Teâlâ hatırlanır. (Hadîs-i şerîf-Hilyet-ül-Evliyâ).


Evliyânın alâmeti üçtür:

Birincisi, derecesi yükseldikçe tevâzûsu, alçak gönüllülüğü artar.

İkincisi, elinde imkân bulunduğu halde dünyâya değer vermez.

Üçüncüsü, intikam almaya gücü yettiği halde merhametli ve insaflı davranarak intikam almaz. (Ebû Abdullah Seczî)


Bir kimse velîlik mertebesine ulaşsa, onun üzerine HAK Teâlânın bir perde örtmemesi, onu halkın gözünden gizlememesi mümkün değildir. "Evliyâm kubbelerim altında (saklı) dır. Onları benden gayrısı tanıyamaz." hadîs-i kudsîsinin mânâsı da budur

.

Burada bildirilen "Kubbeler", beşeriyyet sıfatlarıdır. Pamuktan veya başka maddelerden dokunmuş perde değildir. İnsanlık sıfatları öyle bir şeydir ki, o velîde, HAK Teâlâ hazretleri açık bir kusur kılar veya bir hünerini ayıp sûretinde gösterir.



"Onu ALLAH 'tan başka kimse tanıyamaz." demek, "İçi ilâhî irâde nûru ile dolu olmayan kimseler o velîyi anlıyamaz" demektir. Ancak o nûr ile nurlanan kimseler anlayabilir.
(Alâüddevle Semnânî)


Evliyânın sohbetine kavuşan, şeytanın elinden kurtulur, her an ALLAH’ü Teâlâ ile berâber olur. (Yahyâ bin Muâz)


ALLAH’ü Teâlânın evliyâsı büyük günâh işlemekten mahfûzdurlar, korunmuşlardır. (Kuşeyrî)


Evliyânın huzûruna boş olarak gelmelidir ki, dolu olarak dönülebilsin. Onların acıması, ihsânda bulunması için, boş olduğunu bildirmek lâzımdır. Böylece feyz, ihsân yolu açılır. (İmâm-ı Rabbânî Hazretleri)



ALLAH’ü Teâlânın rızâsını kazanmış sevgili kulu; her şeyi ALLAH’ü Teâlâ için seven ve her işi O'nun rızâsı için yapan, her an ALLAH’ü Teâlâ ile bulunan, gafletten uzak kimse, eren.

ALLAH'ın velîleri öyle kimselerdir ki, görüldüklerinde ALLAH hâtırlanır.
(Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)


Farzların birincisi Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri gibi îmân etmektir. Bundan sonra haramlardan sakınmak ve farz olan ibâdetleri yapmak ve evliyâyı sevmektir.



Sevdiği velîden feyz gelerek kalbi temizlenir ve ALLAH’ü Teâlânın sevgisine kavuşur. (Mazhar-ı Cân-ı Cânân)


Velîlerin kalbleri, HAK'ın nazargâhıdır. O kalblere girmiş olanlara da o nazardan nasîb erişir. (İmâm-ı Rabbânî Hazretleri)


Eğer insanlar velî zâtların kadrini, kıymetini bilip, iyice anlayacak derecede olsalardı, herkes karşılaştığı bütün insanlara karşı edebli olurdu.

Çünkü görünüş îtibâriyle velî de bizim gibi bir insandır ve karşılaştığımız bir kimse de ALLAH’ü Teâlânı n bir velî kulu olabilir. (Dâvûd-i İskenderî)


ALLAH’ü Teâlânın rızâsına, sevgisine kavuşmak için en kısa ve kolay yol; bir velîyi tanıyıp, onun sözlerinden Ehl-i sünnet îtikâdını, ibâdetlerini ve tasavvufun edeblerini kolayca öğrenmek ve bunlara uymak ve onu sevmektir. (Muhammed Ma'sûm Fârûkî Hazretleri)


Velî hayatta iken kınındaki kılıç gibidir. Vefât ettikten sonra kınından çıkar, tasarrufu daha kuvvetli olur. (Echûrî)



Üç nişan olur velîlerde demiş erbâb-ı dil,

Biri ol ki, görenin gönlü ona mâil olur.

Onun ikinci nişânı, oldur ki, iyi bil, Her ne dese, dinleyenler, sözüne kâil olur.

Üçüncüsüne gelince, cümle a'zâsı onun, Şeriat ile âdâb ile her zaman âmil olur.



MÜRŞİD:İrşâd eden, doğru yolu gösteren rehber zât. İyi bir müslüman olmaları için, insanları terbiye eden, âlim ve velî.


Tasavvuf yolunda nihâyete varan büyükler (yolun sonuna kavuşanlar) iki türlüdür:



Birincisi
Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem izinde giderek kemâle erdikten sonra insanları irşâd için (doğru yola çekmek için) halkın derecesine indirilmiş olan mürşidlerdir.



İkincisi, yükseldikleri derecelerde bırakılıp, insanların yetişmesi ile vazîfeli olmayan evliyâdır. (İmâm-ı Rabbânî)


Bütün kazançlarıma, mürşidlerimi çok sevmekle kavuştum. Seâdetlerin anahtarı, ALLAH’ü Tâlânın sevdiklerini sevmektir. (Mazhâr-ı Cân-ı Cânân)


Talebe, mürşidini ne kadar çok severse, onun kalbinden feyz alması da o kadar çok olur. Mürşid vesîledir, vâsıtadır. Maksad, ALLAH’ü Tâlâdır. (İmâm-ı Rabbânî)

Mürşidi olmayanın mürşidi şeytandır. (Muhyiddîn ibni Arabî)


Bir kimsenin kendisini irşâd edecek (doğru yolu gösterecek) bir mürşîdi yoksa, büyük zâtların (Ehl-i sünnet âlimlerinin) kitaplarını okusun ve onlara uysun. (Ferîdüddîn Şeker Genc)

Mürşîd-i Kâmil… İNSAN-I KAMİL…
Tasavvufta kemâle gelmiş, olgunlaşmış, evliyâlık mertebelerinin sonuna ulaşmış, kâbiliyeti olanları bu yolda yetiştiren rehber zât.



İnsan-ı kamil olanlar… MEVLA’sını tanıyıp bilen bir kişinin belası kalmaz demişlerdir.

Çünkü, öyle bir kimseye bela bal gibi tatlı gelir. Kemale gelmiş, olgunlaşmış insanlar, basit insanlar gibi sıradan dünya dertleri karşısında yıkılıp gitmezler. Diğer bir ifade ile, arif, RABBİN den razıdır. Bu sebeple de ALLAH’u Tealanin mahlukları ile de arası iyidir. Mahluklar sebebiyle gelen sıkıntılar da neticede ALLAH’u Tealadan gelmektedir.





"İnsan-ı kamile, Arif yani bilen, tanıyan denilmesinin sebebi; onların,

diğer insanların bilmediği incelikleri ve sırları bilmeleridir."




Eğer Arifin kalbine doğan marifet güneşinden, gafil bir müslümana bildirilse, bu nura tahammül edemeyip ölürdü.



Arif, varını yoğunu MEVLA’sına hediye etmiştir. Yani kendi malını da hakiki mal sahibine vermiştir. Kendisi ara yerden çıkmıştır. Bu suretle de Arif, bitip tükenmez bir rahata kavuşmuştur.



İnsan-ı kamil olanlar bütün şahsi arzularını kaybetmişlerdir. Yani onların kalbinde istek diye bir şey kalmamıştır. Çünkü onların kalbine ma'rifet nuru yerleşmiştir. Ma'rifet nurunun yerleştiği yerde ise ALLAH’u Tealadan başkasının sevgisine ve arzusuna yer kalmaz.



Bir insan bir defa insan-ı kamil derecesine yükseldikten sonra, artık bu makamdan düşme yoktur…



Eger insanlar, Ariflerin kendilerini ne kadar kiymetsiz ve hakir gördüklerini bilseler, hiç birisi gidip de bir arifin elini öpmezdi.



_Arifin_bir_delili_odur_ki, onun teri bütün güzel kokulardan daha güzel kokar…
Arifin bir ikinci hususiyeti şudur ki, bir kimseyi gördüğü zaman, ona öyle
Candan alaka gösterirki, bu Arifin en iyi arkadaşı budur dersiniz.
Ayni şekilde bazen bir kimseye olan alakasını o kadar çabuk keser ki, bu iki kişi birbirlerini hiç tanımıyorlar_sanırsınız…

Bunun sebebi ise; Arifin bir kimseye alaka göstermesinin veya göstermemesinin kendi arzusu_ile olmayışındandır… Nitekim, sevgili Pey-gamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem, bazen ehl-i beyti ile sohbet ederlerken birdenbire sohbeti keserler ve başka işe bakarlardı. Veya Cebrail aleyhisselam ile görüşürlerdi.
İnsan-ı kamilin dili zikrullah ile konuşur. Yani onun dili kendisine ALLAH’u Teala tarafından ne telkin edilirse sadece onu söyler. Bu sebeple de onun her sözü ALLAH’u Tealanın rızasına uygun düşer.

Mürşîd-i kâmilin bakışları, kalb hastalarına (kalbi ALLAH’ü Teâlâdan başka şeylere tutulmuş olanlara) şifâ verir. Onun teveccühü yâni kalbini bir kimseye çevirmesi; kötü, çirkin huyları insanların kalbinden siler, süpürür. (İmâm-ı Rabbânî Hazretleri)

ARİFLERİN HUSUSİYETLERİ

Arif öyle bir kimsedir ki, ALLAH’u Tealadan başka her şeyi unutmuştur…
ARİF…Bir başka ismi ile İNSAN-I KAMİL…bir an için bile olsa RABBİNİ unutmaz…
ALLAH’u Tealadan başka hiç bir şeyden korkmaz. Arif, hiç bir şeye de üzülmez…Aksine, üzüntüsü olanlar onun yanında dertlerini unuturlar…
Arif, öyle bir insandir ki…bu dünya, büyüklüğüne rağmen ona dar gelir…Çünkü bu dünyada onun dertlerine çare olacak hiç bir şey yoktur…
Onun dertlerinin devası bu varlık alemi, yani mahlukat değil, Marifetullahtır…Bunun için arzusu insanlardan kaçmaktır.
Arif İrfanının ve ilminin kıymetini çok iyi bilir…Onları sadece adamına söyler. Yani, yüksek İlahi bilgileri anlayacak olana anlatır. Layık olmayana söylemez…
Arif, yalnız ALLAH’u Teala ile dostluk eder. Başkasını düşünmez.
Abidin rızkı, su ve yiyeceklerdir…Arifin rızkı ise…Nur ve İrfandır…
Arif bütün varlıkları ve kendini terkederse, yani varlık tehlikesinden kurtulursa, o zaman kalb alemine geçer.
Yüce kimseler demişlerdir ki…Bu dünyada öyle bir Cennet vardırki…onu ele geçiren bir kimsede, başka bir cennet isteği kalmaz…İşte bu Cennet…MARİFETULLAHTIR…
Büyükler, bu dünyadaki en tatlı nimetin Marifetullah olduğunu bildirmişlerdir.
Hazreti Ali radıyallahu anh Hazretleri buyuruyor ki, bir kimsenin ahirette Cenneti bulmasının şaşılacak tarafı yoktur.
Asıl şaşılacak şey, bir kimsenin Cenneti bu dünyada iken bulmasıdır…
Bu dünyadaki Cennetin adı MARİFETULLAHTIR…

Nasıl ki, ahirette korku, üzüntü, sıkıntı ve hastalık gibi afetler yoksa, Arifin kalbine giren kimseye de bir çok korkular uzaktır…
MÜRÎD:Tasavvufta ALLAH’ü Teâlânın rızâsına kavuşmak için evliyâ bir zâtın terbiyesi altına giren talebe.

Mürîd, mürşidinin (hocasının) yanında cenâze yıkayıcısının elindeki ölü gibi olmalıdır. (İmâm-ı Rabbânî Hazretleri)

ALLAH’ü Teâlânın sevgisi ile ve O'nun sevgisine kavuşmak arzusu ile yanan mürîd, bilmediği, anlıyamadığı bir aşk ile şaşkın hâldedir. Uykusu kaçar, gözyaşları dinmez.

Her işinde ALLAH'tan korkar, titrer. ALLAH’ü Teâlânın sevgisine kavuşturacak işleri yapmak için çırpınır. Her işinde sabırlıdır ve affeder. Her geçimsizlikte, sıkıntıda kusûru kendisinde görür. Her nefeste ALLAH'ını düşünür. Gaflet ile (ALLAH’ü Teâlâyı unutmuş olarak) yaşamaz. Kimseyle münâkaşa etmez. Bir kalbi incitmekten korkar. Kalbleri, ALLAH’ü Teâlânın evi bilir. Eshâb-ı kirâmın hepsini; "radıyallahü Teâlâ anhüm ecmaîn" diyerek anar. Hepsinin iyi olduğunu söyler. (Abdülhâk-ı Dehlevî)

Mürîd olanlar, severler, kalblerine kendilerine âit olan bir isteği, arzuyu getirmezler. Gayretleriyle tasavvuf derecelerine yükselmeye çalışırlar. (Ali Sincârî)

Her insan, kulluk vazîfelerini yapmak için yaratıldı. Onun için herkes, ALLAH’ü Teâlâyı yaratıcı, kendisini yaratılmış bilmelidir. Bir kimsenin, ALLAH’ü Teâlâya kul olması için, O'ndan başka şeylere kul olmaktan ve bağlanmaktan tam kurtulması lâzımdır. Bunun için büyük âlim ve velî İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhendî vilâyet yâni evliyâlık mertebelerinin sonunun, en yükseğinin abdiyyet (kulluk) makâmı olduğunu ifâde etmiştir.

ALLAH’ü Teâlâdan başkasının sevgisini kalbinden çıkaran, O'nu gönülle bilen ve O'nun rızâsını kazanmış, ermiş, velî kimselere ârif-i billâh veya yalnız ârif denir.

Künûz-ul-Hakâik'da kaydedilen bir hadîs-i şerîfte şöyle buyrulmaktadır: "Her şeyin kaynağı vardır. Takvânın (haramlardan sakınmanın) kaynağı âriflerin kalpleridir." Süleymân bin Cezâ, ârif kimsenin alâmetini şöyle belirtiyor: "Susması; tefekkürü, ALLAH’ü Teâlânın büyüklüğünü düşünmesi, gördüklerinden ibret, ders alması ve ALLAH’ü Teâlânın râzı olup beğendiği şeyleri istemesidir.

" Bâyezîd-i Bistamî ise;
"İrfân sâhibi, ârif odur ki: Seninle yediğini, içtiğini, seninle eğlendiğini, alış-veriş ettiğini görürsün; ne var ki, onun kalbi yüce ALLAH'a bağlıdır. O'ndan başka hiç bir derdi yoktur." Yine o; "Ârif boş yere konuşmaz, devamlı ALLAH’ü Teâlâyı düşünür." demiştir. Cüneyd-i Bağdâdî de; "Resûlullah efendimizin sünnetini terk edeni ve O'ndan gelen edebleri gözetmekte gevşeklik göstereni ârif zannetme!" îkazını yapmaktadır.

ARİF: Bilen, anlayan, keşfeden demektir. Bir kimse mülhime nefis makamına terfi edince, mana aleminden, İlahi ilhamlar gelmeye başlar. İnsanın içi coşar, haberler alır, bazı keşifler nasip olur.
Fakat böyle arifler asla Veli olmamışlardır. Veli olabilmek için muhakkak, en az Mutmainne nefis makamına yükselmiş bulunmalıdır.
Bu sebeptendir ki, her arif Veli değildir…Fakat bütün Veliler aynı zamanda ariftirler…

ALLAH’ü Teâlâyı tam bir muhabbetle sevmek, O'ndan başka her şeyden yüz çevirmek aşk adını alır. İmâm-ı Rabbânî Hazretleri; "Nefsin kötü arzularına yâni şehvete aşk ve muhabbet adını takmamalıdır. Aşk, muhabbet kalpte olur ve kıymetlidir. Gerçek aşk, ALLAH’ü Teâlâyı ve O'nun sevdiklerini sevmektir." buyurmuştur.

İbrâhim HAKı Erzurumî Hazretleri de; "Aşk, nefsi terbiye eder, ahlâkı güzelleştirir. Aşk, insanın kalbinde bir ateş olup, kalpte ALLAH sevgisinden başka bir şey bırakmaz. Hak âşığı olanın sözü, işi ve düşüncesi, doğru ve saftır. Uyanık kalpli ve hatâdan uzaktır." demiştir.
Dünyâya düşkün olmayan, şüpheli olur korkusu ile mübâh olanların (yâni izin verilenlerin, helâl olanların da) çoğundan sakınan kimse mânâsına gelen zâhid, İmâm-ı Rabbânî'nin ifâdesine göre, dünyâya gönül bağlamadığı için, insanların en akıllısıdır. Berîka'da geçen bir hadîs-i şerîfte; "ALLAH’ü Teâlâ, bir kulunu severse, onu dünyâda zâhid, âhirette râgıb (rağbet eden, isteyen) yapar. Ayıplarını ona bildirir." buyrulmuştur.

Eşyânın hakîkatini, iç yüzünü gören, anlayan kalp gözüne basîret dendiği gibi, kalp gözü ile görme, anlama ve firâset de basîret diye isimlendirilir.
İmâm-ı Kuşeyrî; "ALLAH’ü Teâlâ, müminlere bir takım basîretler ve nûrlar lutfeylemiştir (vermiştir). Onlar bu sâyede firâsette bulunurlar. Resûlullah efendimizin sallallahu aleyhi ve sellemin ;
"Mümin, ALLAH'ın nûru ile nazar eder." hadîs-i şerîfi bu mânâda anlaşılmalıdır" demiştir. Deylemî'nin zikrettiği bir hadîs-i şerîfte;
"Gözü âmâ (görmeyen) kimse kör değildir. Asıl âmâ, basîreti kör olan kişidir." buyrulmuştur.

Bütün sözleri, işleri ve ahlâkı, İslâm dîninin bildirdiği gibi olan, ALLAH’ü Teâlânın ve Resûlünün sallallahu aleyhi ve sellemin çok sevdiği kimselere velî ve bunun çoğulu olarak evliyâ denir.

Büyük muhaddis Ebû Nuaym el-İsfehânî'nin Hilyet-ül-Evliyâ kitabında zikredilen bir hadîs-i şerîfte;

"Evliyâ görülünce, ALLAH’ü Teâlâ hatırlanır." buyrulmuştur. Sahîh-i Buhârî'de geçen bir hadîs-i kudsîde ise;

"Evliyâmdan birine düşmanlık eden, benimle harb etmiş olur..." buyrulmaktadır.

Yahyâ bin Muâz; "Evliyânın sohbetine kavuşan, şeytanın elinden kurtulur, her an ALLAH’ü Teâlâ ile berâber olur." Demiş.

İmâm-ı Rabbânî de; "Mahşerde, önce Peygamberlerin (aleyhimüsselâm), sonra evliyâ-yı kirâmın (kuddise sirruhum), ALLAH’ü Teâlânın izni ile günâhı çok müminlere şefâat edeceklerini ifâde etmiştir.

Yine İmâm-ı Rabbânî, ALLAH’ü Teâlânın evliyâsının, büyük günâh işlemekten mahfûz (korunmuş) olduklarını da belirtmiştir.

EBDAL
Evliyâ-yı kirâmın, insanları irşâdla vazîfeli olanları bulunduğu gibi, başka vazîfelerle görevli olanları da vardır.

Meselâ ALLAH’ü Teâlâya yakın sevgili (evliyâ) kullardan bir kısmını teşkil eden ebdâl, insanlara yardımda ve hizmette bulunan, halkın açıkça bilmediği ve dünyânın nizâmı (düzeni) ile vazîfeli olup bunlardan biri vefât edince, yerine başka bir velî bedel kılındığından, yâni görevlendirildiğinden ve çok olduklarından, bedelin çoğulu ebdâl veya büdelâ kelimesi ile tanınmışlardır.

İrşâd ehli yâni insanlara doğru yolu gösteren velîlerden olmayıp, gözlerden saklı olan bu kimselerin sayısının yedi, kırk veya yetmiş olduğunu Seyyid Şerîf Cürcânî ifâde etmiştir. Hilyet-ül-Evliyâ'da zikredilen bir hadîs-i şerîfte bunlar Hakkında şöyle buyrulmaktadır:
"Ümmetim arasında her zaman kırk kişi bulunur. Bunların kalpleri, İbrâhim'in (aleyhisselâm) kalbi gibidir. ALLAH’ü Teâlâ, onlar sebebi ile kullarından belâları giderir. Bunlara ebdâl denir. Onlar bu dereceye namaz ve oruç ile yetişmediler." Abdullah ibni Mes'ûd; "Yâ ResûlALLAH! Ne ile bu dereceye ulaştılar?" diye sorunca; "Cömertlikle ve müslümanlara nasîhat etmekle yetiştiler." buyurdu.

EVTAD
Bir de evtâd denilen, evliyâ-yı kirâmdan (ALLAH’ü Teâlânın sevdiği kıymetli kullarından) ve ricâl-ül-gaybdan (açıkça bilinmeyen velîlerden) mübârek dört zât vardır ki, büyük âlim ve velî Mollâ Câmî'nin ifâde ettiğine göre bunlar, dünyânın dört tarafında bulunurlar. Her biri bulunduğu yerde dünyevî bakımdan huzûr ve râhatlığı sağlamakla vazîfelidir. Evtâddan dünyânın doğu tarafında bulunan zâtın ismi Abdülhayy, batıdakinin ismi Abdülalîm, kuzeydeki zâtın ismi Abdülmürîd, güneydekinin ismi ise Abdülkâdir'dir (r.aleyhim).

KUTUPLAR
Evliyâlıkta yüksek derecelere ulaşmış mübârek, kıymetli âlimlerden bir kısmına da kutub ve bunun çoğulu olarak aktâb adı verilir. İşlerin görülmesine veya insanların doğru yolu bulmalarına vâsıta kılınan bu ulu kişilerden, dünyâ işleri ve madde âlemindeki hadiselerle alâkalı olana Kutb-ül-aktâb, Kutb-ül-ebdâl veya Kutb-i medâr (medâr kutbu), din ve irşâd işi ile vazîfeli bulunana Kutb-ül-irşâd (İrşâd kutbu) denilir.
Kutb-ül-aktâb, âlemin nizâmı ile alâkalanan, bolluk-kıtlık, sağlık-hastalık, sulh-harp, rızık, yağmur ve benzeri olaylarla vazîfeli kılınan, ricâl-i gaybdan yâni herkesin tanımadığı ALLAH celle celalüh adamı olup emrinde üçler, yediler, kırklar... diye söylenen yine bu işlerle vazîfeli seçilmiş insanların bulunduğu büyük velîlerdir. Büyük âlim İmâm-ı Rabbânî'nin bildirdiğine göre, Kutb-ul-ebdâl veya kutb-i medâr da denilen bu zât her zaman bulunur. Resûlullah efendimiz zamânında da vardı. Fakat bunlara inzivâ (insanlar arasına karışmamak) lazımdır. Bunları herkes tanımaz. Hattâ bâzıları, kendilerini bile bilmezler. Yine İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: "Kutb-i medâr, âlemde, dünyâda her şeyin var olması ve varlıkta durabilmesi için, feyz gelmesine vâsıta olur. Her şeyin yaratılması, rızıkların gönderilmesi, dertlerin, belâların giderilmesi, hastaların iyi olmaları, bedenlerin âfiyette olması, kutb-i ebdâl da denen kutb-i medârın feyzleri ile olur. Îmân sâhibi olmak hidâyete kavuşmak, ibâdet yapabilmek, günâhlara tövbe etmek ise kutb-i irşâdın feyzleri ile olur.
Kutb-i ebdâlin (kutb-i medârın) her zamanda, her asırda bulunması lâzımdır. Âlemin ondan boş kalması mümkün değildir. Çünkü âlemin nizâmı ona bağlı kılınmıştır. Eğer bu kutublardan biri giderse (ölürse), yerine başkası tâyin edilir. İrşâd kutbu böyle değildir. Çünkü, âlemin rüşd, hidâyet ve îmândan boş olduğu zamanlar olur.

Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem, zamânının irşâd kutbu idi. Bu zamanda ebdâl kutbu ise hazret-i Ömer ile Üveys el-Karânî idiler.

Âriflerin en meşhûru, yüksek ilimler ve mârifetler sâhibi, âriflerin başı olan zâta kutb-ül-ârifîn denir.

KUTB-İ İRŞAD
Kutb-i irşâda gelince: Âlemin irşâdına (doğru yolu bulmasına) ve hidâyetine (saâdete ve kurtuluşa ermesine) vesîle kılınan velî zât, mürşîd demek olan kutb-i irşâd, İmâm-ı Rabbânî'nin de buyurduğu gibi, âlemin irşâdı ve hidâyeti için, feyzlerin gelmesine vâsıta olur. Kutb-i irşâdın her zaman bulunması lâzım değildir.

Öyle zamanlar olur ki, âlem îmândan ve hidâyetten büsbütün mahrûm kalır, Resûlullah efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem zamânının kutb-i irşâdı idi. Kutb-i irşâd ile bütün insanlara îmân ve hidâyet gelmektedir. Fakat kalbi bozuk olanlara gelen feyzler, dalâlet (sapıklık), kötülük hâline dönerler. Bu, şeker hastasına verilen kıymetli gıdâların, onun kanında zehir hâline dönmesine benzer, yâhut safrası bozuk olana tatlının acı gelmesi gibidir.

Kutb-i irşâd, kâmil ve mükemmil, yetişmiş ve yetiştirebilen olup, ender yetişir. Asırlardan, uzun yıllardan sonra bir tâne bulunursa, yine büyük nîmettir. Her şey onunla nûrlanır. Onun bir bakışı, kalp hastalıklarını giderir. Bir teveccühü, beğenilmeyen kötü huyları silip süpürür.
Yine büyük velî İmâm-ı Rabbânî, bu konuda şunları söylemektedir: "Kemâlât-ı ferdiyyeye de sâhib olan kutb-i irşâd, çok az bulunur. Asırlardan, çok uzun zaman sonra, böyle bir cevher dünyâya gelir. Kararmış olan âlem, onun gelmesi ile aydınlanır. Onun irşâdının ve hidâyetinin nûrları, bütün dünyâya yayılır. Yer küresinin ortasından arşa kadar, herkese rüşd, hidâyet, îmân ve mârifet onun yolu ile gelir. Herkes ondan feyz alır. Arada o olmadan kimse bu nîmete kavuşamaz. Onun hidâyetinin nûrları, bir okyanus gibi (çok kuvvetli radyo dalgaları gibi) bütün dünyâyı sarmıştır. O derya sanki buz tutmuştur. Hiç dalgalanmaz.O büyük zâtı tanıyan ve seven bir kimse, onu düşünürse, yâhut o, bir kimseyi sever, onun yükselmesini isterse, o kimsenin kalbinde, sanki bir pencere açılır. Bu yoldan, sevgisi ve ihlâsına göre o deryâdan, kalbi feyz alır. Bunun gibi, bir kimse, ALLAH’ü Teâlâyı zikrederse ve bu zâtı hiç düşünmezse meselâ onu tanımazsa, yine ondan feyz alır. Fakat birinci feyz daha büyük olur. Onu inkâr eder, beğenmezse, yâhut o büyük zât bu kimseye kırılmışsa, ALLAH’ü Teâlâyı zikretse bile rüşd ve hidâyete kavuşamaz. Ona inanmaması veya onu incitmiş olması, feyz yolunu kapatır. O zât, bunun istifâdesini istemiş olsa bile, onun zararını istemese bile, hidâyete kavuşamaz. Rüşd ve hidâyet, var görünür ise de, yoktur. Faydası çok azdır. O zâta inanan ve sevenler, onu düşünmeseler ve ALLAH’ü Teâlâyı zikretmeseler bile, yalnız sevdikleri için, rüşd ve hidâyet nûruna kavuşurlar."

GAVS
Arapçada imdâd etmek, yardım etmek ve kurtuluş mânâlarına gelen bir kelime olan gavs kelimesi, tasavvufta yüksek husûsî bir mertebede bulunan velî, insanlara yardıma yetişen büyük zât Hakkında kullanılır. Molla Câmî'nin belirttiğine göre gavs denilen büyük velî zâta, ALLAH’ü Teâlânın izni ile insanların imdâdına yetişmesi sebebiyle bu lakab verilmiştir. Gavs, Muhyiddîn ibni Arabî'ye göre medâr kutbudur. İmâm-ı Rabbânî'ye göre ise, medâr kutbundan ayrı ve yüksek olup, ona yardım edicidir. Bu sebeple, medâr kutbu, birçok işlerinde ondan yardım bekler. Ebdâl makâmlarına getirilecek evliyâyı seçmekte bunun rolü vardır.

Gavs-ı a'zam en büyük gavs (yardımcı) demek olup, tasavvufta bu dereceye ulaşan Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin lakabıdır. O, insanlara ve cinnîlere yardım eden, imdâdlarına yetişen büyük bir velî olduğundan gavs-üs-sakaleyn diye de anılır.

Eskiden Abdülkadir Geylani, İmam-ı Rabbani ve Ahmed Er Rufai hazretleri gibi mürşid-i kâmil o!an evliya var idi. Evliya oldukları bazı vasıfları ile bilinirdi. Böyle zatların vasıflan kitaplarda bildirilmiştir.

ALLAH’ü Teâlânın sevgisine kavuşmuş olana Evliya denir. Başkalarının da kavuşmalarına vasıta olana Mürşid denir. Mürşid-i kâmilin, yani rehberlik eden, itikadının düzgün olması ve İslâm ahkâmına tam uymasıdır. Sözleri, hareketleri islâm ahkamına uygun olmayan zat, havada uçsa da, rehber olamaz.

Evliyanın alameti… evliya ile konuşmak ve onu görmek, ALLAH’ü Teâlâyı hatırlamaya sebep olur. ALLAH’ü Teâlâdan başka herşey kalbe soğuk gelir. ALLAH’ü Teâlâ, (Evliyam şunlardır ki; ben anılırsam, onlar hatırlanır, onlar hatırlanınca ben anılırım.) buyuruyor. Resulullah efendimize, evliyanın alametleri sorulunca, (Onlar görülünce ALLAH hatırlanır.) buyurdu.

Saîd bin Cübeyr radiyALLAHu anhden rivayet edildiğine göre Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimize evliyâullahın kimler olduğu sorulduğunda şöyle buyurmuştur:

"Onlar öyle kimselerdir ki görüldüklerinde ALLAH zikrolunur, onları gören ALLAH'ı hatırlar." (Câmiüs-sağîr)

Bu Hadis-i şerife göre ALLAH celle celalüh dostlarının sîret ve halleri ALLAH-u Teâlâ'yı akla getirir.
Çünkü onlarda edep, haya, huzur, huşu ve tevazu alâmetleri dikkati çeker.
"Yüzlerinde secde izinden nişanları vardır." (Fetih: 29) âyet-i kerime'si bu hususa işaret eder.

ALLAH-u Teâlâ veli kulları Hakkında: "İyi bilin ki, ALLAH'ın veli kulları için hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklar." buyuruyor. (Yunus: 62)

ALLAH celle celalüh korkusu her korkuyu silmiş olduğu için başka korku kalmamıştır. "Dünyâ hayatında da âhirette de onlar için müjdeler vardır." (Yunus: 64)

ALLAH-u Teâlâ'nın veli kullarının cümlesine hürmet edip sevgi beslemelidir. Zira onlar HAK'ın sevdiği ve muhabbet için seçtiği kullarıdır. Âyet-i kerimesinde buyurur ki:

"Biz kimi dilersek onu derece derece yükseltiriz." (En'am: 83)

İşte bunlar bu derecelere yükselttiği kullardır. Dualarında Resul-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin: "Ey ALLAH'ım! Bana kendi sevgini, Seni sevenlerin sevgisini ve beni Sana yaklaştıracak olanların sevgisini nasip eyle." (Tirmizi) buyurmaları, bu sevginin çok mühim olduğunu ifade etmektedir.

ALLAH-u Teâlâ bir kulu hayra yöneltirse, o hep iyileri sever. Onların gönüllerine girenler onlarla ilhak olurlar. Yusuf Aleyhisselâm'ın bir peygamber olduğu halde:

"Ey göklerin ve yerin yaratıcısı! Dünyada da ahirette de benim yârim yardımcım Sensin. Müslüman olarak canımı al ve beni sâlihler zümresine kat." (Yusuf: 101) diye dua ettiğini ALLAH-u Teâlâ Âyet-i kerimesinde haber veriyor. Gerçekten ALLAH'a gönülden bağlı olanların can atacakları arzu ve gaye işte bu sondur.

Âlimin veliye ihtiyacı vardır. Nitekim Musa Aleyhisselâm'ın, Hızır Aleyhisselâm'ın ilmine ihtiyacı vardı. Çünkü onun ilmi "Ledûn ilmi" idi. Fakat Hızır Aleyhisselâm Musa Aleyhisselâm'a muhtaç değildi. Muhtaç olmadığı için gizli hakikatları ona açtı ve ayrıldı.

Âlim cahil insanları, veli ise âlimleri terbiye eder.
Veliyi terbiye eden de bizzat ALLAH-u Teâlâ'dır.


Muallimleri ALLAH-u Teâlâ olduğu için ilimleri kesbî değil vehbidir.

ALLAH-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur: "ALLAH dilediğini yardımı ile destekler." (Âl-i İmran: 13) İşte bunlar ALLAH-u Teâlâ'nın tuttuğu, lütfü ile desteklediği kullarıdır. "Lütuf ancak ALLAH'ın elindedir. Onu ancak dilediği kimselere verir. ALLAH büyük lütuf sahibidir." (Hadid: 29)

VELİLER VE KERAMET
Feraset ehlinin marifeti, Yüce HAK’kın huzuruna layık olanla, O’nun katına yaramayanı ayırt etmelerinde geçerlidir. Bir de ALLAH’ın zikri ile meşgul olup, vasıl olanları bilmeye yarar…
Açlık ve riyazet ehlinin feraseti ise…suretlerin keşfine, gaybdan gelen haberleri bilmeye yarar…
Alem halkının pek çoğu, Sübhan ALLAH’tan kesilmiş ve dünya ile meşgul olduğundan, onların kalbi suretlerin keşfine ve mahlukat hallerinden kendilerine gizli kalan şeylere meyillidirler.
Bunun için de bu feraset ehlini büyük bilip, kendilerini ehlullah ve O’nun has kulları bilmişlerdir. Böylece hakikat ehlinin kıymetini hakkıyla takdir edememişlerdir. Bunu da şu şekilde açıklamışlardır…
-Eğer bunlar, ehlullah olsalardı…bize gayba bağlı hallerden ve mahlukatın durumlarından haber verirlerdi.
Mahlukatın hallerini keşfe güçleri yetmediğine göre, bundan daha üstün hallerin keşfine güçleri nasıl yeter…
Böyle kötü bir düşünce ile Yüce ALLAH’ın Zatına ait bilgilerine bakmazlar bile. Sahih haberler onlara kör gelir.
Bilmezler ki…ALLAH’ü Teala… onları mahlukatın mülahazasından alıp…Kendi Mukaddes Zatına has kılkmıştır…Kendilerini himaye edip sakındığından… masivası ile olmaktan onları korumuştur.
Eğer onlar…mahlukatın hallerine girenlerden olsalardı, Sübhan ALLAH’a yaramazlardı
Ben Hazreti şeyhimden (k.s,) duydum, Muhyiddin b. Arabinin şöyle yazdığını söyledi;
- Kendisinden çokça kerametler zuhur eden bazı
kullar vardır ki, bu kerametler ve harika haller
kendisinden zuhur ettiği için pişman olur. Temenni
yollu şöyle der:
-Keşke bu kerametler, benden zuhura gelmeseydi..
Mana üstte anlatıldığı gibi olunca, harika hallerin zuhuruna çokça itibar olsaydı; bu şekilde bir pişmanlık ta duyulmazdı... Burada şöyle bir soru sorulabilir:
-Harika kerametlerin zuhuru, velayette şart
olmadığına göre; veli olanı, veli olmayandan ayırd
etmek nasıl olacak?. .Hak ile batıl nasıl açığa çıkacak?
Bunun için şu cevabı veririm:
-Ayırd etmek lazım değildir; o kadar ki, hak batıla
karışıktır. Zira, bu dünya hayatında hakkın batıla karışık
olması lazımdır. Velinin velayetini bilmek ise, asla lazım
değildir.
Veli kullardan bazıları vardır ki; kendi velayetlerine dahi muttali değillerdir…onların muttali olmadıklarına başkaları nasıl ulaşsın…
Bir peygamberde harika hallerin bulunması mutlaka gereklidir. Ta ki, peygamber olan, peygamber olmayandan ayırd edile... Zira, bir peygamberin nübüvvetini bilmek vaciptir.
Bir veli, Peygamberinin şeriatına davet ettiğine göre, peygamberinin mucizesi kendine yeter, Eger veli, şeriatin dışında bir şeye davet etmiş olsaydı, elbet onun için harika bir şey gerekli olurdu. Fakat onun daveti, her peygamberin şeriatına mahsus oldugundan, kendisine asla harika keramet lazım değildir.

İmam-ı Rabbani hazretleri de buyuruyor ki:
(Nefsi cilalanan bazı kimseler, harikulade haller gösterip sapıklık uçurumuna sürüklenmektedir. Evliyayı böyle yalancılardan ayıran en bariz fark, her sözünün, her hareketinin dine uygun olması, yanında bulunanların kalblerinde ALLAH celle celalüh korkusu ve sevgisi hasıl olmasıdır, başka şeylerden soğumalarıdır.) [C.2, m.92]

İbrahim Edhem hazretlerine, gece gündüz ibadet eden, vecde gelip kendinden geçen bir gençten bahsettiler. Gencin yanına gidip üç gün misafir kaldı.
Çok acaip haller gördü. Gencin bu halinin şeytandan olup olmadığını öğrenmek istedi. Yediğine baktı. Helalden değildi. Bu hallerin şeytandan olduğunu anladı. Genci evine davet etti. Gence helal yemek verdi. Gençteki eski aşk ve gayret kalmadı. Bana ne yaptın diye sordu. İbrahim Edhem hazretleri, gence, (Sendeki haller şeytandandı. Helal yiyince şeytan giremedi. Esas halin meydana çıktı) buyurdu. (Tezkiretül-evliya)

MÜRŞİD… MÜRŞİDİ KAMİL…

Evliyâullah vazifelerine göre; "Kutup", "Nücebâ", "Abdâl", "Evtâd", "Gavs"... gibi isimler alırlar. Bunlar ALLAH'a gönülden bağlı olup, söz verenler ve hükmünü HAK'tan bekleyenlerdir.
Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz bu gibi kimseler hakkında bir Hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmaktadır: "ALLAH'ın kullarından öylesi vardır ki, şöyle olacak diye yemin etse muhakak ALLAH celle celalüh onun yeminini yerine getirir." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1186)

ALLAH-u Teâlâ'nın bu has kulları her zaman için mevcuttur. Kimisi canını bu uğurda feda ederek ebedî saadete nail olmuş; kimisi de ebedî saadetin şerefine nail olmak için canını ve malını hiçe saymış, rızâ-i Bârî için gayret sarfetmektedir.

Kutub: Bütün kemâliyeti şahsında toplamış zattır. Her devirde bir tanedir.

Nücebâ: HAK'tan gayrısına bakmayan, yaratıkların yüklerini taşıyıp sıkıntılarını gidermeye çalışan, ibadet ve tâata düşkün, cömert, sabırlı, haya sahibi, her şeylerini HAK'a vermekten zevk duyan zatlardır.

Abdâl: Kuruntu ve hayalden uzak, itidal ve istikamet üzere olan, az uyuyup erkenden ibadet için kalkan, kemâl ve fazilet ehli zatlardır.

Evtâd: İlâhi emirlere sıkı sıkıya bağlı, geceleri uyumayıp ibadetle geçiren zatlardır.

Gavs: Kutb'u âzâmdır ve esrarlı işleri halleden ulu bir kişidir.

Bu zatlar cemiyetlere manen yön verirler, Müslümanların umumi meselelerinde de yardımcıdırlar.
Eski mürşidlerin vasıflarından birkaçı şöyledir:
1- Lüzumlu akaid ve fıkıh bilgilerine vâkıf idiler. Fıkıh bilmiyen evliya olamaz.
2-Hep güleryüzlü olup, bir anneşefkati ile talebeyi terbiye ederler idi.
3-Hiç bir talebenin parasında gözüolmazdı. (ALLAHın evliyası, cömertlikve güzel ahlâk üzere yaratılmıştır} hadis-i şerifine uygun vasıfta olup, talebelerine elinden gelen yardımı yaparlar idi.
4-Talebelerinin sırlarını gizli tutarlardı. {Seçilmişlerin kalbleri sırların mezarıdır) denirdi.
5-(Üstada da, talebeye de saygılı olun) hadis-i şerifine göre merhametli ve tevazu sahibi idiler.
6- (Her ilim sahibinin üstünde daha iyi bilen vardır) mealindeki âyet-i kerime mucibince ilimleri ile büyüklenmezlerdi.
İlmi ile mağrur olanlar, ilimleri az olanlardır. Az bir şey öğrenince her şeyi öğrendiklerini sanarlar. Fazla bilgi sahibi olanlar, ilmin sınırsızlığını ve sonuna ulaşmaktan aciz olduklarını bildiklerinden tevazudan ayrılmazlar. Zaten âlim, bilmediklerinin bildiklerinden çok olduğunu bilen zattır.
7- Bilmedikleri olursa, "Bilmiyoruz" demekten çekinmezlerdi.
Peygamber efendimiz de sallallahu aleyhi ve sellem , bütün yaratılmışların en üstünü olduğu halde (Bilmiyorum, Cebrail aleyhisselama sorayım da öyle cevap vereyim) buyurmuştur. Hz. İbni Abbas da (ra.) (Bilmiyorum diyemiyen helak olmuştur) buyuruyor.
Malayani, yani boş konuşmazlardı.
Talebenin vasfı
9- Talebeleri de üstün kimselerdi. Her talebe, ALLAH’ü Teâlânın sevgisi ile ve O’nun sevgisine kavuşmak arzusu ile yanardı. Bilmediği, anlıyamadığı bir aşk ile şaşkın hâldeydi. Uykuları kaçar,
gözyaşları dinmezdi. Geçmişteki günahlarından utanarak başını kaldıramaz, her işlerinde ALLAH’tan korkar, titrerdi. ALLAH’ü Teâlânın sevgisine kavuşturacak işleri yapmak için çırpınırdı. Her işlerinde sabreder ve affeder, hergeçimsizlikte, sıkıntıda kusuru kendinde görürdü. Her nefeste ALLAH’ı düşünür, gaflet ile yaşamaz, kimseyle münakaşa etmezdi. Bir kalbi incitmekten korkar, kalbleri ALLAH’ü Teâlânın evi bilir
di. Eshab-ı kiramın hepsini, "radıyallahu Teâlâ anhüm ecmain" diyerek iyi bilir, hepsinin iyi olduğunu söylerdi.
10- İlmi ile amil idiler. Yani bildikleri ile amel ederlerdi. Bildiği ile amel etmiyen, kendi görüşünü din gibi ortaya atan ve bölücülük yapanlar kötü âlimlerdir. Kötü âlimler Kur'ân-ı ke
rimde (Kitap yüklü merkebe) benzetilmiştir. (Cuma 5)
Bilin ki, evliyada üç alamet bulunur:
Biri, görenin gönlü, hep ona mail olur.
İkinci alameti sohbetten anlaşılır,
Her ne dese, dinleyen sözüne kail olur.
Üçüncüsü şöyledir, onun cümle azası,
Dinin edebleriyle, her zaman âmil olur.
Evliyayı sevenler ona gönül verenler,
Sayısız nimetlere şüphesiz nail olur.
Basireti açılır, gafleti zail olur.
Yunus Emre de, böyle evliyanın [erlerin] yolundan gidenin kurtulacağını bildirir…
Doğru yola gittinse, er eteğintuttunsa
Bir kez hayır ettinse, birine bin az değil…

EHLULLAH ALEMİ

İrfan sahibi için,kuru dava yoktur.Seven,sevgilisinden şikayetçi olmaz.Haktan yardım erişirse kulun hatası yok olur.HAK’tan yardım gelirse,kula velayet derecesi vacip olur.İnayetten velayette ise,kötülükler yok olur.
Her veli,yardımı velayet sırrından bilmeli,inayetten görmeli ve HAK yardımı ile hasıl olduğunu bilmelidir.HAK’kın yardımını boşa düşüren,velayet derecesine çıkamaz. Asıl şah,gizli ile sevincini bulan ve halkı bir yana atıp HAK’la olandır.
İrfan sahiplerinin bütün kastları ALLAH celle celalüh için olmuştur.Onlar Resulülah Sallallahu Aleyhi Vesellem Efendimizin varisleridir.
İş bu anlatılan halin manası:Takvadır...

Takva iki çeşittir:
Umuma has olan takva,seçme kullara mahsus olan takva…Seçme kullarda görülen takva,iç alemden başlar.

Bütün gayreti, cehdi, ümidi yalnız ALLAH’ü Teala Zatı için harcamak asıl takvadır...”ALLAH için, tam takva yolunu tutunuz.” (3/102)

Umumi müminlere has olan takvaya gelince:ALLAH’ın zahirde yapılmasını kötü gördüğü şeyleri bırakmakla olur...

ALLAH için takva yolunu tutanların günahlarını ALLAH bağışlar.” (65/5)...”ALLAH’ü Teala’ya karşı takva sahibi olanların işlerinde kolaylık olur.” (65/4)..”Bir kimse,takva yolunu tutarsa, ALLAH onun için kurtuluş yolları açar...” (62/2)

İrfan sahiplerinin sözlerindeki aydınlığı arayın; onları kaybolmuş görmeden bir şeyler almaya bakın.Onların varlığını bir nimet bilin ve şereflerini takdir edin.Onların fazilet ve kemali karşısında saygı ile durun ve daima,hikmeti elde etmeye çalışın.Zira hikmetin getireceği şeref büyüktür.

İrfan sahibi için:Bir nur,bir de ateş vardır ki,bunlar: korkunun ateşi ve marifetin nurudur.İrfan sahibinin dışı yakıcı ateş olup,içi ise,marifet nuruyla aydınlıktır.Dünya ona fena gözüyle ağlar.Ahiret,ise,ona sonsuzluğu ile tebessüm edip güler.
Şeytan ona nasıl yakın olabilir ki?İster içi olsun,isterse dışı...HAK’kın bekçileri,onun çevresini sarmıştır.Şeytan ona yaklaştığı an,ilahi şimşek kendisini yakar;kavurur.Yahut bir yel eser,toz edip gider.
Şeytan,nefis ,canibinden gelecek olsa,onu ibadet ve hizmet ateşi yakar. Akıl yanından çıksa,fikir ve düşüncenin büyüklüğü onu perişan eder. Kalbe yanaşacak olsa,ALLAH celle celalüh korkusu onu yere serer. Aşk,sevgi onu yakar.İç aleme yanaşacak olsa,HAK yakınlığı ve müşahede ateşi yakar.
Bazı büyüklere: “ALLAH güldürür ve ağlatır.” Ayetinin tefsirini sordular; şu cevabı aldılar: ALLAH celle celalüh marifet hoşluğunu verince,arif sevinir;ayrılmak hissini duyunca da korkar ağlar.ALLAH celle celalüh isterse,ayrılık kılıcı ile öldürür.Dilerse,vuslat ruhu ile canlandırır.

Bir gün Hazreti Aişe Radıyallahu Anhaya sordular: Arif olan iman sahipleri,kıyamet günü nasıl hesaba çekileceklerdir...Bunun üzerine şöyle anlattı: Onlara hesap vermek yoktur.Yalnız,itap olur;azar işitirler...

Marifet sahiplerine saadetler olsun.ALLAH celle celalüh onlara,nefsin ne olduğunu,onlar bilmeden bildirdi.Onlar iyiliğin ne olduğunu bilmezken,en büyük ihsanı onlara yaptı.

Onlar,öyle kimselerdir ki:Özleri ruh olmuş;kalpleri gök ehline karışmıştır.Her arzuları yerine gelir,her istediklerine ererler.Kalpleri çarpar,içleri daima korku ile doludur.Akıllıdırlar.İşlerini yerine göre yaparlar;bulurlar,yollarına revan olurlar.Onlara kalp kapıları açıktır.
Hadis:Haya imandandır...Asıl haya, kalp ve onun aksi olarak yüze çıkandır. İşte bu utanç hissi imandan gelir. Bu, irfan sahiplerinin alemidir. Onlara has bir hal-dir. Başkalarında kolay kolay bulunmaz.

O irfan sahipleri ki: Onların kalbi gayb alemi sırları ile dolup taşar.Yine bundandır ki,onların kalbi,yeryüzünde İlahi saltanatın hazineleridir.Onlarda İlahi sırlar saklanır.Hikmetlerin ince manaları orada bulunur.Mahabbet,diye adlandırılan ALLAH celle celalüh sevgisinin,çözülmesi güç derin manası orada bulunur.Bilgi ışınları oradadır.Marifet aleminin emanet eşyası orada bulunur.

Onların sözleri, kalbin ayan beyan gördüğüdür. Onların konuşmaları, iç alemin bilgilerini açığa vurur. Onların kelamı, ayrılma ve birleşme ilminin derinliklerini açıklar.

Onlar anlatırken, HAK’tan ayıran şeyleri ve O’na çıkan yolları anlatırlar. Halka götürenle, HAK’ka vardıran nesneleri onlar bilir ve anlarlar...

Halka götüren: Başta dünya, nefis, halkın bizzat kendisidir. HAK’ka götüren ise, akıl, yakin ve marifet nurudur.Hadis:

Nefsini bilen RAB’bini bilir...Bunun açık manası şudur: Nefsi için ne gerek ve ALLAH celle celalüh için ne yapmak lazım?İşte bunları o irfan sahipleri bilirler.

Gerçekten marifet bilgisi,ALLAH’ın kuluna bir ihsanıdır.Onu,ancak seçkin kullarına verir
...İrfan duygusu,eşya ile hasıl olmaz.Ancak eşya o irfanla bilinir.

Kalb,kullara meylettikçe ALLAH’ın dostluğundan atılır.

ALLAH ü Tealayı arzu eden,o yolda göreceği güçlüğe şimdiden hazır olmalı.

ALLAH’ı bilen korkup kaçar mı? Hayır.Bilakis irfan sahibi korkmaz.Yalnız halkın olduğu yerden hicret eder.Ayrılıp gider...
Bir irfan sahibi için,RAB’bını bilmekten daha tatlı bir şey düşünülemez.Cennet ve onun nimetleri,hep bu halin içinde gizlidir.Cennet ve onun hoşluğu,marifet aleminin güzelliği karşısında,hardal tanesi kadar küçük kalır.

Bu alem,her büyükten daha büyük ve her yüceden daha yücedir.Bunu bulan,acaba başka ne ister ki?Bu alemi bilene,anlayana:...Arif, adı verilir...

İrfan sahipleri hep bunu bilirler.Başka bir şey bilmezler.Anlatılan mananın dışında bir şey isteyenler,bu hale tam geçmiş değillerdir.Böylelerinin gayeleri kötüdür.RAB’larını tam manası ile anlamış sayılmazlar.
İbrahim Bin Edhem Hazretleri,bazı münacaatlarında şöyle derdi:”İLAHİ beni marifetine kavuşturdun.SEN ,bana marifet verip SEN’in düşünceni kalbime yerleştirdin.Yalnız ZAT’ın için seçtin.Ben,başka ne isterim ki?Bu hale geldikten sonra,dünya ve içindekiler benim için bir sinek kanadı kadar kıymetsizdir.”

İbn Abbas Radıyallahu anh diyorki: Her müminde bir şeytan vardır.ALLAH’ın zikrini görünce siner.Unutulunca da fena duygu verir.ALLAH’ın zikri ruha şifadır.O oldukça,hastalık zarar vermez.

İnsanlara düşkün olmak ve onları hatırlamak,çaresiz hastalıktır,ALLAH celle celalüh zikrini gayene kıble bil.Şunu iyi bil ki: Sevgiliyi anmak,başkalarını unutmak sayılır.
ALLAH’ü Teala,iman ve irfan sahiplerini; nefisleriyle,yaptığı kulluklara ve ettikleri zikre baktırmaz.Fazl ve rahmetiyle onları şefkat ve merhamet yollarına koyar.

Eğer ALLAH’ı anıyorsan, O daha önce seni anmıştır.Eğer O’nu seviyorsan, O daha önce seni sevmiştir...

İç alemi ile bu yolda her maddi şeyden soyunup HAK yoluna candan girene perdeler açılır.Artık HAK’kın irfan yoluna girmiş sayılır ve marifet nurlarını müşahede etmeye başlar.Bu müşahededen sonra,HAK sevgisinin şerbetini yudum yudum almaya başlar.Sermest olur.Hiç kimseyi görmez ,bilmez...HAK’kın varlığından başka...Daha önce çektiği yorgunluklar,bu sevgi şarabı ile geçer.Sıkıntıları zail olur.Artık onun susması zikir,sözleri tesbih,konuşması tatlı,uykusu namaz olur...O’na kavuştuktan sonra artık ayrılamaz,başkasına bakmaz ve O’nun gayrına iltifat etmez.

Hazreti Ali Radıyallahu anh irfan sahibi için şöyle buyurdu:İrfan sahibi,bu dünyadan göçünce;onu kıyamet günü,ne sıddıklar,ne de şehitler görebilir.Cennet sahibi cennette bulamaz.Cehennem memuru de cehennemde bulamaz...”O halde o nerede bulunur diye sordular? Şöyle anlattı: Onlar,güçlü padişahın yanında.doğruluk köşkünde otururlar...(54/55) Bu bir ayeti kerime idi,onlara okudu.Sonra ,şöyle devam etti: Onlar mezardan kalkınca: Cebrail’i,Mikail’i,cenneti ,sevabı,eşlerini ve yavrularını sormazlar.Şöyle derler:Nerede sevdiğim?Hani iyiliğimi kendisi ile bulduğum ZAT...?

Bir irfan sahibi için,HAK’ka karşı perde kadar büyük bir felaket yoktur.Bu hal,bir anlık bile olsa...bir felaket sayılır.Perdelenmiş olmak...evet,bunun kadar azim bir felaket tasavvur edilemez.Bir irfan sahibi için,ALLAHı unutmaktan daha fena bir şey olamaz.Kalbi,ALLAH’tan başkasına bağlamaktan daha fena bir şey tasavvur edilemez.

Bir gün,Hazreti Mansur’a sordular:-Kul,ALLAH’a karşı basiretinin perdelenmiş olmadığını nasıl anlar?Şöyle anlattı:

Kul,yalnız O’nu ister,O’dan başkasını istemezse...Bütün dileğini,O’nun ZAT’ına yöneltip herhangi bir şeyi O’nun gayrından dilemezse...Kul,yalnız O’nu istemeli.İsterse...Bu uğurda ateşe atılsın.

Marifet olarak:ALLAH’ü Teala,senin bütün halini bilen olduğunu bilmen yeter.

Kalplere, heybet sergisi açılınca,şehevi hisler ve kötü arzular gider.İman sahipleri marifete erdikleri zaman,gafletten kurtulurlar;teklik otağına kavuşurlar.

Bunlara yapılan ihsan artık geri alınmaz.Zira onlar,bulacaklarını bulmuşlardır.

Bir defa ALLAH celle celalüh kulunu severse...ona düşkün olur.Büyük insanların bütün gayretleri bu hale ermektir.

Bu gayret,kulun ALLAH’a yakınlık arzusunu duyduğu kadar hasıl olur.ALLAH celle celalüh,kulun az da olsa,başkasına bakmasına razı olmaz.ZAT’ı dışında,herhangi bir şeye bakacak olsa,baktığı şeyle o kula azab eder.

İrfan sahibi olmak için;ağlamak,inlemek ve ALLAH celle celalüh için bilgisinin artmasını istemek gerek.Bu bilgi ,her yönden ve fenden gelmelidir.

Kur’an’ın derin manalarını,ancak irfan sahipleri anlar.

İrfan sahiplerinin kalbi,yeryüzünde,ALLAH’ın hazinesidir.O hazinelerde:İnceliğinin çözümü güç hikmetler,derinliğine akıl ermeyen sevgiler bulunur.İlmin aydınlıkları oradadır.Onun büyüklüğünü:Ne HAK’ka yakın melekler,ne nebiler,ne de resuller bilir...ALLAH ‘ın izni olmadan,ALLAH’tan başkası ona akıl erdiremez.

Bundandır ki:İrfan sahibine gereken,kalbe yarayanı ve yaramayanı iyice bile...Kalbin yaptıklarını ,tamamen iyiye yöneltmek,irfan sahibinin vazifeleri meyanında sayılır.Sonra...Kalbin başlıca düşmanı olan,şeytandan ve onun şerrinden de ALLAH’a sığınmalıdır.

ALLAH’u Teala,geçmişte inzal buyurduğu bazı kitaplarda şöyle buyurmuştur:Kalbler,kuvvetim ve kudretimle durur.Sevgi hazinelerimdedir...

Bir kimseyi sevmek istemezsem,onun BENİ sevmeye gücü yetmez.Bir kimseyi BEN ezelden hatırlamamış olsam,o kimsenin BENİ anmasına imkan yoktur.BEN’im kendisini dilememiş olduğumun,BENİ dilemesine ihtimal dahi verilemez...

Rıza haline en çok kavuşanlar, irfan sahibi olanlardır. Razı olmak hali ise...kulluğun en üst makamıdır. ALLAH’u Teala bütün rahatlığı razı olmakta kıldı. HAK’ka daimi bir şekilde, arzı ihtiyaçta bulunmak, velayet sahiplerinin bayrağıdır.

Hazreti Musa aleyhisselam, sevgili kulların hatalarına şiddetli ceza gelmesini, merak etme manasında MEVLAMA sormuş…

Hazreti Musa aleyhisselam’a ALLAH’u Teala,şu cevabı verdi:Ya Musa, sevenin sevdiğine cefası şiddetlidir…Dostlar,düşmanlarına karşı gösterdikleri tahammülü,dostlarına karşı gösteremezler…

İrfan sahiplerinin başta gelen nişanı:Göz yaşıdır...”Onlar ağlar ve çeneleri üzerine kapanırlar...”(17/109) Hadis:Bir ümmet içinde ALLAH celle celalüh için ağlayan bir kimse olsa,onun hürmetine bütün ümmete ALLAH’u Teala,rahmeti ile tecelli eder...

Bilesin ki:ALLAH celle celalüh,dünyayı yarattı.Fakat onu,mihnet,hata,şer ve bela yeri kıldı.Sonra,iyileri ve kötüleri birbirine karıştırdı.
Daha sonra,o büyükleri,nimet halinden alıp belaya çarptırdı.Bunun hikmeti ise,kim bela halinde ibadet ediyor ve kim nimete dalınca kulluk yapıyor veya terk ediyor?

Altın ateşle seçilir; temiz insan ise...bela ve felaketle olgunlaşır.ALLAH celle celalüh,kullarını tecrübe ederken;bu hal içinde bir çok hikmetler de saklamıştır.Başta belalar içinde,içi dışına çıkar.Davaya inanışın doğruluğu,işin ciddiliği ve sahteliği meydana çıkar...”Bu işler,HAK meydana çıksın,batıl da çöksün diye oluyor.” (8/8)

Peygamberlerden bazısı,ümmetinin yaptığı ezaya dayanamadı..Onları Cenab’ı ALLAH’a şikayet etti...ALLAH’u Teala şu vahyi yolladı: -Daha ne kadar şikayet edeceksin?Sen zemci ve şekvacı değilsin...Halin ,ezeli ilmimde böyledir.Neden darılırsın?Senin için dünyayı yeniden kurmamı,hatırın için levh-ü mahfuzu değiştirmemi mi istiyorsun?Sonra...senin için ne kadar kolaylık varsa...onların hepsini yapmamı mı bekliyorsun?Neyi ki arzu ediyorsun,onu yapmamı mı diliyorsun...Yani:BEN’im istediğim değil de,seninki mi olsun?İzzetime celalime yemin olsun: Bir daha bu şikayetine benzer şeyler olursa...senden peygamberlik tacını alırım.Cehennem ehlinden kılarım.Emrim kesindir,hiçbir şeye bakmam.

ALLAH’ü Teala Hazreti Davud aleyhisselama şöyle buyurmuştur: -Ya Davud, o kimdir ki:BANA dua eder de duasını kabul etmem?Kapımın çalana açılmadığını kim görmüş?Ey Davud,BEN’i sevmeyenleri bile hoş görürüm;BEN’i sevenlere nasıl olur da dargın olurum?

Ya Davud, BEN’i arayanı öldürürüm.Seveni belalara sokarım.BEN’den kaçmak isteyeni de yakarım.

Hazreti Adem aleyhisselamı,bir lokma yüzünden;Hazreti Musa aleyhisselamı bir yanlışlıktan;Hazreti Yusuf aleyhisselamı,bir cehd yüzünden;Hazreti Nuh aleyhisselamı,bir dua için;Hazreti Davud aleyhisselamı,bir bakış için sorguya çeken...ve nihayet iki cihanın efendisi Rasulullah’ı sallallahu aleyhi ve sellemi bir hatıra için ihtar eden ALLAH’tan kork.

Hazreti Zekeriya peygamberin başına testereyi koydukları zaman,ALLAH’a sığınmayı arzu etti.O anda şu ferman geldi:Emrime razı değil misin?Ya Zekeriya,sana iki yol var:Hükmüme razı olup boyun eğmen...Aksi halde yeryüzünde kim ki var,hepsini helak etmem...Söyle:Hangisini istiyorsan,onu yapacağım...Bunun üzerine Hazreti Zekeriya aleyhisselam hiç sesini çıkarmadı.Baştan aşağı ikiye böldüler...Sabretti. Razı oldu...
ALLAH’ü Teala Hazreti Davud aleyhisselama şöyle vahyetmiştir.

Ya Davud,sevdiklerime,seçme kullarıma, sevgimi dileyenlere de ki: düşmanlarımın bulunduğu yerlere girmesinler.Düşmanlarımın olduğu yerde durmasınlar,yedikleri yerde yemesinler. Sonra,onlar da BANA düşman gibi olurlar...BANA göre, gafletten daha kötü bir şey yoktur. Bütün noksanlık, unutkan olmaktadır.

Çok kere bela ve şiddet hallerine ALLAH celle celalüh dostları çarpılır.Çoğu kez,bu alemde,ALLAH celle celalüh düşmanlarına hoşluk gelir.

Bu hal,onların felaketlerine sebep olur.

Bela iki çeşittir:
İyilik için...Kötülük için...

Seni HAK’ka yaklaştıran ufak felaketin adı beladır.Hakikatta o büyük bir nimettir.Hakiki mana-sıyla bela olan şey:Kulu ALLAH’tan ırağ edendir.

İrfan sahipleri,bütün hareketlerini ALLAH celle celalüh yolunda harcarlar ve o uğurda,son nefeslerini tüketirler.Aslında, diri...onlara derler.Zira,onlar cümle maddi arzulardan yana ölmüşlerdir.Manevi bir varlıkla dirilmişlerdir.

ALLAH’ın; kalbi,iman ve aşkla dolu kulları vardır.Onlar,her an,ölümü beklerler...Bu bekleyiş,bir sevgilinin,sevdiğine kavuşmayı bekleyişi gibidir.Onlara,bu dünyada fazla kalmak ağır gelir...

Bu dünya,onlara bir zındandır.Buradan göç edinceye kadar,rahat bulamazlar.Bu alemden göçmek arzuları,susuz kimsenin suya duyduğu arzudan daha yücedir.Onlara ölüm geldiği zaman,Azrail aleyhisselam yetmişbin melekle gelir.Selam ve saygılar getirir...

Ey Aziz Ehlullah diyorlar ki:

Tevekkül, halktan ayrılmak, ALLAH’a dayanmak, O’na güvenmek ve O’ndan istemektir. Tevekkül; insanlarda olanlardan ümidini kesip ALLAH celle celalüh katında olana kıymet vermektir. Tevekkül; yarına ait düşüncelere ALLAH’ı vekil kılıp dikkat ve ihtimam göstermeyi terk etmektir.

Tevekkül, ALLAH’a güvenmek ve üzerine aldığı görevleri yerine getirmektir. Tevekkül, kalbi ALLAH’a bedeni de ibadete bağlamaktır.

Tevekkül, azlıkla çokluğun kalpte birleşmesidir. Tevekkül, amellerin en üstünü, hallerin de en şerefli olanıdır…

Cenab-ı HAK hikmetiyle bir kulunu sebeplerde bulundururken, kulun kendi dileği ile ondan tecrid olmayı istemesi, ondaki mevcut gizli şehvetler sebebiyledir. ALLAH’u Teala onu sebeplerden tecrid etmişken, onun yeniden sebepleri istemesi, onun himmet ve gayret yüceliğinden düştüğünü gösterir…

ALLAH celle celalüh kulu hangi halde bulundurduysa, rızası kulun o halde kalmasındadır…

Çünkü,kulluğun şanı sebepleri bırakmak değil, vazifesi olan sebep onu bırakana kadar ALLAH’a teslim olmasıdır…

Demek oluyor ki: Her şeyin ALLAH’ın takdiri ile olduğuna inanan kimse,bütün işlerini ALLAH’a ısmarlar ve O’nun kazasına teslim olur.Böylece nefsinin alacağı tedbirlerden kendini kurtarır.Gönül,tedbir ve ihtiyarın terki halinde ancak rahata erer.İşlerini ALLAH’a ısmarlıyanın elem ve kederi olmaz…

Rıza; kalbin her türlü hadiseler karşısında sakin durması, kazanın acılığından sevinç duymasıdır. Rıza, kalben beğenmemeyi atarak daimi surura ermektir. Rıza, HAK’kın takdirine tabi olmaktır. Rıza, kazanın hasıl olacak hükümlerini sevinçle karşılamaktır…

Rıza, kalbin acı yada tatlı olarak meydana gelen hükümlerle sevinmesidir. Rıza, kazanın meydana geldiği anda kalbin sükun bulması ve endişeden uzak olmasıdır.

Rıza…Cenab-ı HAK’kın makamlarının en yükseği ve dünyanın cennetidir. RABBİ’nin kendisi Hakkındaki ihtiyarına razı olması, kulun dünyada ve ahirette rahat bulmasını sağlar. Çünkü, marifetullah derecesinin rıza ile elde edilmesi çok kolay olur.

Kalbi meşgul eden arızalardan biri de kazadır. Bunun ilacı rızadadır…Eğer sen, kazaya razı olmaz isen kalbin devamlı olarak üzüntülü ve kederli olur. Aklın meşgul olur ve bunun için de hep hayret ve şaşkınlık içinde kalırsın.

Ben neden böyle oldum…? Diye üzülürsün. Kalbin, bu nevi elem ve kederlerle dolu iken, nasıl olur da ibadet için boş ve hazır olabilir…

Sen yalnız bir kalbe sahipsin. Onu da geçmiş ve gelecekle ilgili düşüncelerle doldurmuş vaziyettesin.Artık kalbinde huzura ve ünse yer kalmayacağı için marifet ve muhabbetten mahrum olur…
Bu hikmeti bilen bir kamil şöyle demiştir: Geçmişteki olanlara duyduğun elem ve hasret seni kalben üzüntüye garkeder.Gelecekte olacaklar için alacağın tedbir ve hazırlık,mevcut haldeki bereketini ve rahatını giderir…
Cenab-ı HALIK’ın kazasına razı olmamak,O’nun gazabını celbetmek gibi bir tehlikeyi celbeder.

Rivayet olundu ki;bir peygamber başına gelen musibetlerden MEVLA’ya şikayetçi oldu…Bunun üzerine Cenab-ı HAK : Benden şikayetçimisin?Kimi kime şikayet ediyorsun?Benden haya etmiyor ve Benim halinden şikayet edenleri sevmediğimi bilmiyor musun…?
BEN’İM NAZARIMDA SENİN KURTULUŞA ERMEN…MARUZ KALDIĞIN BELA VE MUSİBETLERLEDİR… …buyurur…


İRFÂN:

Bilme, anlama. Mârifet. Kalble bilip tanıma. ALLAH’ü Teâlânın ihsânı olan mânevî, vehbî ilim. Buna ma'rifet de denir.
Çalışarak elde edilen ilimler ile anlaşılan, bilinen şeylerden başka bilgiler de vardır, bunlar irfân ile anlaşılır.

Âlimlerin sâhib oldukları ilme mukâbil (karşılık) ârif denen ALLAH’ü Teâlânın sevdiği kullarında da irfân denen bir hâssa (özellik) vardır.

İrfân, tasavvufta fenâ mertebesiyle şereflenenlerde bulunur. (İmâm-ı Rabbânî Hz.)


Akıllı ve irfân sâhibi kimse, meyveli ağaç gibi mütevâzî olur. (Sa'dî Şîrâzî)

MUKARREBLER:

ALLAH’U Taala’ya yakın kul.


Ayet: “İmanları ileride olanlar, ALLAH’U Taala’ya yaklaşmakta ileride olanlardır. Bunların hepsi mukarreblerdir...”10. Ayet Vakıa Suresi.

Mukarrebler, asla yakın olanlardır. Rahat ve rahmet bunlar içindir. Kıyamet günün korkusundan emin olanlar bunlardır. ( İmam-ı Rabbani Hz.)

EBRAR: Ehli hizmet, ehli zühdü takvadır. Bunlar cennete layıktır, bunlara EBRAR denilmiştir.

MUKARREB: Ehli muhabbet, Ehli İRFAN dır ki, bunlara de Mukarrebin denmiştir. Ahmed ER Rufai Hz.


EHLULLÂHIN VASIFLARI

- Sâdık DÂNÂ
Bu büyük zatların kalblerinde yalnız ALLAH celle celalüh sevgisi ve O'nu darıltma korkusu yer etmiştir. Evlâd, ıyâl, mal, mülk hepsi gönüllerinin dışında kalmıştır. Bu bakımdan ibâdetlerini, taatlarını diğer ailevi ve beşerî münasebetlerini büyük bir şevk ve gönül hoşluğu içinde yürütürler.

Bütün hadiseleri hoş karşılarlar. Çünkü onlarda keder, sıkıntı diye birşey kalmamıştır. Olanların hepsini kabullenirler. Üzücü hadiseler karşısında fazla üzülmezler, sevindirici haberlere fazla sevinmezler. Her hattı hareketleri nizamlı ve ölçülüdür.

Mütevazidirler, zillete düşmezler, bu bakımdan daima vakarlıdırlar. Dinin ve insanlığın şerefini daima korurlar. Boyunları eğikdir.

Her hallerinde huşû hali görülür, abdest alışlarında, namazlarında görüldüğü gibi yemeklerini de büyük bir huşû halinde yerler, hülâsa bilâ istisna her hareketlerinde ALLAH teâlâ ve tekaddes hazretlerinin murâkabesinde, huzurunda olduklarını bildikleri için kulluk vazifelerinde en ufak bir lâkaydîlik görülmez.

Edeb, edeb gene edeb onları kuşatmışdır. Her nefeslerini ALLAH'ın zikri ile değerlendirmesini bilirler. Böyle bir baha biçilmez hâzineye sahib olanlar, nasıl vakitlerini edeb üzere değerlendirmezler. Yürüyüşlerinde islâmî bir vakar, oturuşlarında islâmı bir edeb sezilir. Daima önlerine edeb üzere nazar ederler. Gelişi güzel sağa sola göz atmazlar, yüksek sesle gülmezler, tebessüm ile iktifa ederler.

ALLAH teâlâ'nın ledünnî ilmiyle süslenmişlerdir. Gecelerini namaz, istiğfar, dua, zikrullah ve Kur'an okumakla geçirdikleri gibi gündüzlerinde de halka yardım ve nasihat ederler, cenâzelerde bulunurlar. Sülehâyı, zuafayı ziyareti ihmal etmezler, yetimlerle, ihtiyaç sahibleri ile alâkadar olurlar, ellerinden geldiği kadar yardım ederler. Paraya kıymet verirler fakat kalblerine koymazlar. Onu nefsi için değil, ümmeti müsliminin ve mahlûkatın ihtiyaçları yolunda harcarlar.

Onları ALLAH teala ve tekaddes hazretleri sevmiş kalblerini, kendisinin sevgisi ile kuşatmıştır. Bir kalbin sahibi bu şerefe nail olursa onun her hattı hareketi edeb, saygı ve tevazu çerçevesi içinde olur. Çünkü Mevlâsına sarsılmaz, derin bir sevgi ile teslim olmuş ve kendisi aradan çıkmıştır. Büyük kederlerin, sıkıntıların farkında bile değildir. Daima Rabbısına karşı boynu büküktür, huşu halindedir. Bütün ibadetlerini derin bir şevk içinde yapar, yorgunluk nedir bilmez, buna rağmen kendisini daimî olarak kusurlu, hatalara batmış görür, fakat ALLAH Teâlânın Gaffârlığını bildiği için daimî O'nun rahmetine sığınır. Katiyyen ümitsizliğe düşmez.

Her hallerinde Resûlü Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin ahlâk ve adabıyla mütahallik oldukları için konuşmalarında, ibâdetlerinde, yemelerinde, içmelerinde orta halde bulunurlar, ifrattan, tefridden kaçınırlar. İstikamet ehli oldukları için, her muameleleri noksansızdır. Kendilerini övenle yeren, nazarlarında müsavidir. İktisada, riâyet ederler, israfdan kaçınırlar, fakat kat'iyyen hasis değildirler, ALLAH celle celalüh yolunda deryalar gibi infak ederler.

Bu ALLAH celle celalüh dostlarının duâlarını, yalvarışlarını Hak celle hazretleri red etmez, kabul eder.

Çünkü onlar dualarını kendilerinden ziyâde ümmeti müslimînin selâmetine hasrederler. Bir de Hak Teâlâ'nın övgüsünü teşkil eden âyet-i kerimelere devam ederler.

Kader bahsini tamamen benimsemişlerdir, ne zuhur ederse kalblerine en ufak bir tereddüt gelmeden, hemen kabullenirler. Bir insan ki kader bahsine ne kadar vukufu, bilgisi mevcud ise dünyada o kadar mes'uddur, kaygısızdır, kedersizdir.

Şöhretten kaçınırlar iltifattan hoşlanmazlar. Kendisini daimi kusurlu gören kimse nasıl olur da böyle şeylerden hazzeder?

Tenhaları severler, mecburen hizmet ve irşad maksadıyla halkın arasına karışırlar. ALLAH’ü Teâlâ'nın kullarını ve mahlûkatını sevdikleri için, onlardan gelen sıkıntı ve eziyetlere katlanır, hoş karşılarlar. Herkese karşı tatlı dille konuşurlar, muameleleri yumuşak mülâyimdir bu güzel haller kendilerinde olduğu için herkes tarafından sevilirler, hörmet görürler.

En korkdukları, bir müminin kalbini incitmekdir. çünkü mü'min kalbinin nazargâh-ı ilâhî olduğunu bilirler. Her ne kadar geniş ilme vukûfiyetleri var ise de, kendilerini adeta ümmî, bilgisiz gösterirler ve nitekim halkın kısmı azâmı onları öyle bilir. Kendileri ile münakaşa etmek isteyenler olursa onları yumuşak, teskin edici kelâmlarla ikna ederler. Bilâistisna çocuk olsun, yaşlı olsun, dini bütün olsun, dini zayıf olsun herkesle geçimlidirler. Nasıl geçimli olmasınlar ki, kendilerini toprak bilmişler yani insanların en zavallısı çâresizi görmüşlerdir.

Sağlam temel üzerine oturdukları için bid'at nedir bilmezler. Çünkü her hareketleri Kur'an-ı Kerim ahkâmına ve sünnet-i seniye âdâbına uygundur. Müstakimdirler, dürüsttürler, insanların tesiri altında kalmazlar, hatır için hakikatten ve doğru sözlülükten ve adaletten ayrılmazlar.

Temkin makamını bulmuşlardır. Şeytanın sıfatlarından olan, acelecilik, dünya hırsı, hasedcilik, büyüklenme gibi kötü haller bu ALLAH celle celalüh dostlarından kat'iyyen görülmez.
Mütevâzidirler, merhametlidirler, sehavetlidirler. Bütün mahlûkata karşı derin şefkat beslerler. Din düşmanları müstesna, herkesi severler ve darda kalanların maddi-manevî yardımına koşarlar.

Uykuları pek azdır, mahdud bir gıda ile rızıklanırlar, kelâmları az ve müfid, sükûtları uzundur. Sözlerinden, sükûtlarından muhatapları kabiliyet ve niyetlerine göre istifade ederler. Bunlarla mülâkat yapanlar içinde kuvvetli ihlâs ve teslimiyet gösterenler olursa, pek kısa zamanda manen büyük derecelere yükselirler, fakat böyleleri nâdirattan olur.

Onların bulunduğu yer, Cenab-ı HAKın izniyle semâvî, arazî felâketlerden muhafaza edilir. Zamanın fitnelerinden korunur, oranın halkı da diğer semtlerden daha maneviyatlı, daha hamdedici ve daha mütevekkil olur. Kısmı âzamının zâhiri ilimleri yokdur, fakat Kur'an-ı Kerimi kolaylıkla tefsir edebilirler, her şeyi bilirler, en ince mânâları çözebilirler, buna rağmen tecâhül ü arîfânede bulunurlar, yani bildiklerini suhûletle gizlerler.

Keşf ve kerametle böbürlenmezler, bunun Cenab-ı HAKın kendilerine bir ikramı olduğunu bilirler. Fakat bunlar, kulluk vazifelerini gevşetmez bilâkis kuvvetlendirir, şevklerinin aşklarının tevzâyüdüne vesile olur. Nezâket, nezâfet, haya, edeb onların mümeyyiz sıfatlarındandır.

Terbiyelerinde bulunanların da bu güzel sıfatlarla muttasıf olduklarını arzu ederler. Var kuvvetleri ile yetiştirmek için itina gösterirler. Daima bu sıfatlar üzere bulunurlar. Ailelerine nezâketle muamele ederler. Bu tertipleri değişmez. ister zamanın başbakanı olsun, ister bahçevan ve hizmekârı olsun aynı muâmeleye tâbi tutulurlar. Şöhretlilere, lüzumundan fazla itibar etmedikleri gibi, şöhretsizleri de horlamazlar. Çünkü şöhreti verenin de alanında ALLAH’ü Teâlâ ve tekaddes hazretleri olduğunu bilirler.

Vakitlerini en değerli şeylere hasreder, virdlerini muayyen saatlerde yaparlar. İbâdetleri az gibi görünse de, devamlı yaptıkları için yekûn tutar. Kimseden bir şey istemek âdetleri değildir.

Bu büyük zâtlar kimsenin aleyhinde konuşmazlar, kimsenin kusurunu ve hatasını ifşâ etmezler, kendilerine karşı kötü harekette bulunanları dâhi afvederler. Kur'an ahkâmına, Resûlü Ekrem Efendimize sallallahu aleyhi ve sellem ve ALLAH'ın evliya kullarına dil uzatan küstahlar olursa, onlara lâzım gelen muameleyi icra ederler, gadablanırlar, şiddetli cevaplarla susturmasını bilirler.

Sözlerinde dururlar, kaypaklık bilmezler. Anlaşmanın bir emanet olduğunu bildikleri için, söz verilen mahalde tam vaktinde bulunurlar. ALLAH Teâlâ ve tekaddes hazretleri Kur'ân-ı Kerim'de buyurmuştur ki; -ALLAH'ın velileri ne korkar ne hüzün duyarlar. (Yunus, 62)

Çünkü onlar geçmişi ve geleceği unutmuşlardır. Korku ancak istikbale yani geleceğe aittir. Kişinin isteklerinin yerine gelemeyeceğinden, telâşesinden ileri gelir. Hüzün de geçmişse aittir, isteklerinin yerine gelmeyişinden dolayı üzülür veyahud isteklerinin tahakukundan dolayı pişmanlık duyar. Bu bakımdan üzüntüsü eksik olmaz. Halbuki ALLAH'ın yüksek dereceli dostları vaktin, zamanın, halinin kıymetini bilen kimselerdir. Bu ölçüden onlar nefeslerinin zâyî olmasına razı olmazlar. Her anları Rablarıyla beraberdir. Onlar ne geçmişi bilirler, ne de geleceğe zihin yorarlar. Bu sebebledir ki onlarda ne hüzün ne keder kalır ne de herhangi bir korku.

Sözlerini uzatmazlar ne denilmesi lâzımsa onu söylerler, kısaltma ve ilâveler yapmazlar. Belâğat ve fesahete ehemmiyet vermezler. Şeytanın onlarla alâkası kesildiği için esnemek nedir bilmezler. Kelâmları dinleyenlerin üzerinde derin bir iz bırakır. Tesirinden yıllar geçse bile kurtulamazlar. Bağırmak, çağırmak, nefsanî öfkeler, çekişmeler gibi avamî hallerden onlarda en ufağına dahi tesadüf edilmez. Sümkürmek de işitilmez. Gözleri yaşlıdır. Azamet-i ilâhiyyeyi düşünürler, ağlarlar. Cenâb-ı HAKın settarlığını, gaffarlığını düşünürler ağlarlar. Mahlûkatın, kulların dünyevî ve uhrevî hallerine bakarlar gene ağlarlar. Açlık ve gözyaşı onların gıdaları haline gelmiştir. Bu hengâmede kendileri için ağlamaya fırsat bulamazlar.

Bilhassa, yüksek dereceli Peygamberi sallallahu aleyhi ve sellem meşreb olan mümtaz velilerin bütün istekleri, yekun günahkâr, âsî olan kullarının dahî ateş azâbından halas olması ve afvedilmeleridir.

Sertâcû'l-enbiyâ, mefhar-ı mevcûdat, Seyyidü'l-beşer Resûlü Ekrem sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz, ashab-ı Kiram ve onlara tâbi olan Hak dostları hörmetine, Rabbımız teâlâ ve tekaddes hazretleri, cümle ümmet-i müslimîni günahkârlar ve âsîler dahil olduğu halde, rahmetine garkeder inşallah.

Netice olarak şu hususu iyice bilmeliyiz ki: Bizim kurtuluşumuz selâmet ve seâdetimiz; herhâl ü kârda yani, her nefeste, her adımda hür türlü hal ve hareketlerimizde Resûlü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz hazretlerine tam olarak uymakla, onun boyasına boyanmak, onun ahlâkı ile ahlâklanmak, onun sünnetinden kat'iyyen ayrılmamağa çalışmakla mümkündür.

ALLAH teâlâ ve tekaddes hazretleri, Hatem-ül-enbiya sallallahu aleyhi ve sellem efendimizi rehber olarak göndermiş ve onun yolundan ayrılmamayı emrederek:

"Resulûllah, size neyi getirdiyse onu tutun ve neden sizi yasakladı ise ondan kaçınınız" buyurmuştur. (Haşr, 7)

Abdülkadir Geylânî kuddise sirruh hazretlerinin kıymetli kelâmları ile mevzûmuzu kapatıyoruz. Buyuruyorlar ki:
-Ey benim sohbetimde bulunmak ve benden istifade etmek isteyen kişi! Ben öyle bir hal içindeyim ve öyle bir âlemde yaşıyorum ki, onda ne fânî insanlar vadır, ne dünya vardır ne de âhiret. Benim içinde bulunduğum bu âlemde, ALLAH'dan başka hiç bir şeye, gönüllerde yer yoktur. Kim ki, benim söylediğim gibi tevbe eder, benim sohbetimde bulunur, benim sözlerime hüsnü zan besler ve benim dediklerimle amel ederse, inşallah o da benim içinde bulunduğum bu âleme girer ve oradaki insanlar gibi olur.

Risalet ve velâyet nedir?
Risalet, ALLAH’tan bir tavzif (görevlendirme), velâyet ise ALLAH’a bir yükseliştir. Yani, ALLAH celle celalüh bazı insanları, insanlara resul olarak göndermiştir. Bu bir görevlendirmedir.
“ALLAH kime risalet görevini vereceğini en iyi bilendir” (En’am Sûresi, 124) ayetinin hükmünce, kim buna ehilse, görevlendirilir. İlk insan Hz. Âdem aleyhisselam, aynı zamanda ilk peygamberdir. “Her ümmet için bir resul vardır” (Yunus Sûresi, 47) ayetinin belirttiği gibi, her kavme peygamber gönderilmiştir. Hz. Muhammed (asm.), son peygamberdir (Ahzab Sûresi, 40). Risaleti bütün insanlığa şümullüdür…

Aziz kardeşlerim…Bu bilgiler çeşitli kaynaklardan derlenmiştir. Bütün emeği geçen kardeşlerimden, karşılık beklemeden elindekini milletin hizmetine sunanlardan ALLAH’ım razı olsun…Amin…
Biz dahi aynı niyetle bu yoldayız. Ki, nasibi olanlar doğru öğrensin, doğru yaşasın ve inşALLAH HAK yolda kazansın…Başarı diama ALLAH’tandır
 

Benzer konular

Geri
Üst Alt