Dil Kirliliği, Dil Kirlenmesi Nedir? Çözüm Önerileri

Charismax

Copyright @ Charismax
Katılım
3 yıl 8 ay 27 gün
Mesajlar
25,277
Tepkime puanı
8,724
Yaş
35
Konum
Memed' Home
İsim
CHRS
Memleket
Neresi?
Meslek
IzdırapÇI
Cinsiyet
vtEvVy
Medeni Hal
S. Bilgen/ TBMM Türk Dili Komisyonu 16 Nisan 2007

I. Dil Kirliliği

A) Konuşma dilinde melezleşme

Ulusal diller üzerinde yabancı dillerin etkisi olması doğaldır. Özellikle toplumlar arası ilişkilerin artması, diller üzerinde de "melezleştirici" etkilerin ortaya çıkmasına yol açar. 19. yüzyıl sonlarında yazılmış büyük Rus romanlarında Tolstoy, Dostoevsky, Turgenyev gibi yazarların, Rus toplumunda okumuş yazmışların Fransızca kullanmaya düşkünlüklerini çarpıcı biçimde işledikleri bilinir. Ülkemizde 20. yüzyılın ilk yarısında Fransızca'nın, daha sonra ise İngilizce'nin "okumuş kesim" tarafından gittikçe artan düzeyde dile sokulduğu bilinmektedir.

1980'lerden sonra ise yalnızca "okumuş kesim"in dili ile kısıtlı kalmayan, sokağa da uzanan bir olgu dikkat çekmektedir. Dükkan ve eğlence yerlerinin isimleriyle başlayan yabancı sözcük ve yabancı yazım salgını gençlerin günlük konuşmalarında da yansımakta, dilde kirlenme gittikçe daha fazla dikkat çekici boyutlara ulaşmaktadır. Bu olguya kısaca "sokak dilindeki yabancılaşma" diyebiliriz.

"Okumuş kesim", konuşma dilinde yabancı sözcükler kullanırken, genellikle, sıradan insandan daha farklı, daha "derin", daha "üstün" bir düşünce düzeyini, ayrıntılı, ince farklara daha fazla özen gösteren bir iletişim çabasını vurgular. Bu çabanın kendi dilimizle karşılanıp karşılanamayacağı bir yana, yabancı dilin bu amaçla kullanılmasının, kendi dilimizi geliştirmeye yaramadığı açıktır.

Osmanlı döneminden kalan "ağdalı dil" eğilimi de aynı çerçevede değerlendirilebilir. Bilindiği gibi basit Türkçe yerine karmaşık Arapça ve Farsça tamlamaların kullanımı, 19. yüzyıl sonunda Osmanlı toplumunda da dikkat çekmekteydi. Aynı dönemde Islahat ve Tanzimat süreciyle köklenen Batılılaşma girişimlerine paralel olarak Fransızca da Osmanlı okumuşlarınca rağbet görüyordu.

1980'lerde başlayarak sokak dilinde de görülen yabancılaşma, kitle iletişim araçlarının hızla yaygınlaşması, 1990'lardaki Internet "patlama"sı gibi olguların da etkisiyle İngilizce'nin küresel ölçekteki baskınlığının ülkemize yansıması olarak değerlendirilebilir.

Kısaca iletişimde kendi dilleriyle elde edemediklerini düşündükleri bir şeyleri bir başka dille elde edebilme çabasındaki kişilerin günlük dile yabancı bir dili sokmaları olarak nitelenebilecek bu olgu, öncelikle bireysel yetersizlik duygusunun, daha sonra da bu duygunun toplumsallaşmasının göstergesi sayılabilir.

Günümüzde, bu olgu, toplumda eksiklik, yetersizlik duyguları yaygınlaştıkça, özellikle de gençlerin son derece olağan olarak yaşadıkları çevreyi eleştirme, çevreye baş kaldırma eğilimleri ile birlikte, giyim kuşamları, davranış kalıpları ve kullandıkları dil ile kendini göstermektedir. Özellikle bilgi ve iletişim teknolojilerindeki çarpıcı gelişmeler, farklı dil kullanımlarının yaygınlaşmasında etken olmaktadır. Cep telefonlarındaki kısa mesajlar, Internet üzerinden sohbet, elektronik posta vb iletişim türleri, yalnızca yabancı dillerden alınan melez sözcüklerin (ör. "okey!", "chat yapmak", "admin", "sms atmak", "link vermek", "format atmak" vb) kullanıma girmesiyle değil, sözcüklerin gittikçe daha kısa ve neredeyse şifreli biçimde yazılışı ile de (ör. "slms", "nbr", vb) ciddi bozulmalara yol açmaktadır.
Kanımca günlük ve kişisel kullanımda, "melezleşme" adını verebileceğimiz bu gelişmelerin yasal önlemlere konu olması düşünülemez. Ancak resmi yazışmalarda kullanılan Türkçe'ye özen gösterilmesi başta TBMM olmak üzere tüm kamu kurum ve kuruluşlarında resmi politika olarak benimsenmelidir. Öncelikle yasa dili, belki Türkçe uzmanlarından da destek ve danışmanlık hizmeti alınarak en üst düzeye getirilmeli ve bu düzey korunmalıdır. TBMM'nin yanısıra tüm resmi kuruluşların yazışmalarında dil eğitimi görmüş uzmanlardan destek almaları, özellikle de kamuya açık duyuru,genelge, yasa, yönetmelik, yönerge gibi metinlerde kullanılan dile özen gösterilmesi, resmi belgelerdeki dilin örnek nitelik kazanması sağlanmalıdır.

B) Yazım kirliliği

Günlük ve kişisel dil kullanımındaki melezleşmenin yanısıra, dilin toplumsal yanını daha kalıcı biçimde ortaya koyan yazılı dilde de olumsuz gelişmeler dikkat çekmektedir.
Yazım kurallarının varlığı bile bilinmemekte, bunlara özen göstermeye gerek duyulmamaktadır. Başta resmi yazışmalar olmak üzere her türlü kurumsal yazışmada, daha anlatım bozuklukları ve sözcük kulanımı düzeyine gelmeden, korkunç olarak nitelenebilecek yazım bozuklukları, yazı dilinin günden güne ve hızla kirlenmesine yol açmaktadır. Özellikle büyük ve küçük harf, kesme imi (tepe virgülü), "ki", "de" ve "mi" ekleri yazı dili kirliliğinde en sorunlu öğeler olarak dikkat çekmektedir. Her türlü resmi, kurumsal ve elbette kişisel yazışmada korkunç bir yazım kargaşası görülmektedir. Yazışmaların yanısıra yine resmi ve özel duyurularda da doğrudan doğruya görsel kirliliğe dönüşen yazım kirliliğinin insanların düşünme, anlatma ve anlama yetileri üzerindeki olumsuz etkileri ciddi boyutlara varmıştır. Bu olgu, oluşan kısır döngüyle kişileri gittikçe daha özensizleşmeye, algı, düşünce ve iletişimde gittikçe daha kabalaşamaya yöneltmektedir. Gittikçe genelleşen özensizliğin her türlü toplumsal etkinlikte düzey düşüklüklerine yol açması kaçınılmazdır.

Yazım bozukluklarına Türk Dil Kurumu'nun zaman içinde yazım kurallarında yaptığı değişikliklerin, tutarsızlıkların (örneğin anlam kayması olan bileşik sözcüklerin sanki özgün anlamlarını koruyorlarmışçasına ayrı yazımını getirmesi, "imambayıldı" yerine ayrı yazılan "imam bayıldı", vb önerileri) yol açtığı da savunulmaktadır. Bunda doğruluk payı herhalde oldukça yüksektir.
Ancak toplumda dil özeninin yerleştirilmemiş olmasının da başlıbaşına bir kusur ve hem yazılı hem de sözlü dildeki kirlenmenin temel nedenleri arasında olduğu açıktır. Toplumda görülen dil özensizliğini yalnızca şu ya da bu kurumun sorumluluğu olarak görmek, çözümsüzlüğü kabul etmekle eş anlamlı olacaktır. Dile özen gösterilmesinin toplumsal bir öncelik haline getirilmesi, özellikle ilköğretim sistemimizin en önemli başarı ölçütleri arasında yer almak durumundadır. Bunun ön koşulu da ilköğretimde yazım kurallarının doğru, tutarlı ve yaygın olarak öğretilmesinin, benimsetilmesinin sağlanmasıdır. Bu noktada TBMM tarafından alınabilecek önlemler vardır.

Kanımca dil kirlenmesi de aynı hava, su ve genel olarak çevre kirlenmesi gibi, özensiz yaşamanın, elimizdeki en değerli kaynakların sırf "bedava" oldukları için sonsuz, sınırsız ve her türlü özensizliğe, hoyratlığa dayanıklı sanılmaları yanılgısının doğal bir sonucudur. Dil de aynı hava gibi, su gibi, toprak gibi insan yaşamının temel kaynakları arasındadır; korunması için bu anlayışın toplumda yerleştirilmesine ihtiyaç vardır. Bu anlayışa varılmaması durumunda, dünyanın doğal kaynaklarındaki kirlenme gibi insanlığın en temel kaynakları arasındaki dillerin de toplumsal yaşamı olanaksız hale getirecek biçimde kirlenmesi önlenemeyecektir. Toplumda dil bilincinin yükseltilmesi çalışmaları, TBMM'nin yanısıra Milli Eğitim ile Kültür ve Turizm Bakanlıkları başta olmak üzere yürütme organının, ayrıca toplumsal yaşamda büyük yer tutan yargı kurumlarını da içerecek biçimde tüm devlet organlarının katılımıyla ele alınmalıdır. Bu çalışmalarda TDK ve Dil Derneği gibi STK'ların da çok önemli rol oynayabilecekleri açıktır.

II. Yabancı Dilde Eğitim ve Araştırma

Günümüzde yabancı dil öğrenmenin gereği tartışılamaz. Ancak yabancı dil öğretimi ile yabancı dilde eğitim arasındaki farkın çok iyi anlaşılması gereklidir. Yabancı dilde eğitimi savunan çevreler çoğu kez gerekçelerini yabancı dil öğrenmenin yararlarına ve zorunluluğuna dayandırmaktadırlar. Oysa ki yabancı dil öğrenmenin en etkili ya da verimli yolunun tüm eğitimin yabancı dilde yapılması olduğu hiçbir zaman kanıtlanmamıştır. Tersine, yabancı dilde yapılan eğitimin, öğrencilerin tüm dil becerilerini gerilettiğini gösteren araştırmalar vardır. (Bkz. Aydın, vd. "Yabancı Dille Yapılan Üniversite Eğitiminin Anadili Becerileri Üzerindeki Etkisi", Bilim ve Ütopya, Mayıs 2004, Yabancı dilde eğitim, kültürel aşağılık duygusunun en açık belirtisidir. Dünya ülkelerinin çok azı bu garabeti yaşatmaktadır. Ne yazık ki ülkemiz de azınlıktaki bu ülkeler arasındadır. Yalnızca yüksek öğretimde değil, orta ve ilköğretimde, giderek okul öncesinde bile tüm eğitimin yabancı dilde yapılması uygulamalarının son yıllarda yaygınlaştığı görülmektedir. Bu gelişmenin, ülke kültüründe ve insanlar arası ilişkilerde ciddi yıpranmalara yol açması kaçınılmazdır. TBMM'nin bu alanda alabileceği ciddi önlemler olmalıdır.

Üniversitelerde üretilen bilimsel, sanatsal ve düşünsel çıktıların evrensel düzeyde paylaşılması, araştırma sonuç ve çıktılarının uluslararası düzeyde değerlendirilmesi, üniversite kavramının temelinde yer alan bir olgudur. Akademik çalışmaların her türlü uluslararası değerlendirmeye açık olmaları, dünyanın her yerindeki benzer çalışmalarla karşılaştırılmaları, yarışmaları esastır. Üniversitelerimizde niteliğin sürekli olarak yükseltilmesi, ancak uluslararası standartların gerisinde kalmamayı, onların önüne geçmeyi hedeflemekle mümkündür.

Ancak, akademik niteliğin yükseltilmesi hedeflenirken üniversitelerde ulusal dildeki yayınların geri plana atılması, önemsiz sayılması, giderek dışlanması, amaçlananın tam tersine sonuçlar doğurmaktadır. Uluslararası düzeyde yarışan ürünler elde etmek ancak akademisyenlerin, sanatçıların, düşünürlerin en yaratıcı yönlerinin canlandırılmasıyla olabilir. Bu ise, yabancı dilde değil, kişilerin kendi dillerinde etkinlik göstermeleriyle sağlanır. Yabancı dilde etkinlik göstermek, kişilerin yaratıcılıklarını, özgünlüklerini doğrudan doğruya ve olumsuz etkiler. Ayrıca yalnızca kişilerde değil, tüm akademik çevrede, öğrencilerin, araştırmacıların tümünde bir aşağılık, yetersizlik duygusunun pekişmesine yol açar. Öte yandan, ulusal dilin böylesine dışlanması, dilin kendisi üzerinde de örseleyici etkiler oluşturmaktadır. Türkçe karşılığı bulunan nice terim, sanki ancak yabancı dilde bulunabilirmiş gibi algılanmakta, dilsel yabancılaşma kültürel yabancılaşmaya, bu da toplumsal ve bireysel düzeyde son derece zararlı eksikliklere, beceriksizliklere, taklitçiliğin köklenmesine yol açabilmektedir.

Nobel ödülüyle de tescil edildiği gibi Türkçe'nin sanat dili olarak değeri tüm dünyada bilinmekteyken bilim dili olarak niçin yetersizliğe mahkûm olmasının gerektiği hiç de açık, hiç de tartışmasız kabul edilecek bir gerçek değildir. Tersine, eğer ulusal düzeyde yaratıcılığın, yenilikçiliğin, üretkenliğin geliştirilmesi hedefleniyorsa, toplumsal düşünce ortamını oluşturan dilin, bugünkünden çok daha ciddi biçimde korunması, özendirilmesi, el üstünde tutulması gerekmektedir. TBMM'nin, Türkçe'nin bilim ve sanat dili olarak gelişmesine, zenginleşmesine yönelik ciddi önlemler alması gereklidir.

Bu çerçevede, akademik atama ve yükseltmelerde Türkçe yayınların özendirilmesine yönelik önlemleri yasa koyucunun ciddiyetle ele alması beklenir.

Bu doğrultuda, TC üniversitelerinden bilgisayar mühendisliği bölüm başkanları tarafından 2002 yılı Kasım ayında YÖK başkanlığına sunulan ve Türkçe yayınların özendirilmesi istemini içeren dilekçe aşağıda ilgilerinize sunulmaktadır:

" Yüksek Öğretim Kurulu Başkanlığına,
Bilindiği gibi Yüksek Öğretim Kurul Başkanlığının yol gösterici düzenlemelerinin de etkisiyle üniversitelerimizdeki akademik yükseltmelerde adayların özellikle “Citation Index†gibi bazı saygın dizinler tarafından taranan dergilerde çıkan makaleleri büyük önem kazanmıştır. Bu yaklaşım adayların bilimsel düzeylerinin ve bilime katkılarının nesnel olarak değerlendirilmesini kolaylaştırmaktadır.

Türkiye Bilişim Vakfı tarafından 17-19 Ekim 2002 tarihlerinde Bahçeşehir Üniversitesi’nde gerçekleştirilen 14. Bilgisayar Mühendisliği Bölüm Başkanları toplantısında bu yaklaşımın benimsenmesinin yanı sıra öğretim üyelerimizin Türkçe dilinde de yayın yapmaya teşvik edilmelerinin Türk Bilim Dili’nin gelişmesi açısından çok önemli olduğu değerlendirmesinde bulunulmuştur. Gerçekten de Türkçe hakemli dergilerde en az bir adet makale yayınlamanın ve bildirilerin hakem süzgecinden geçirildiği ulusal düzeydeki bilimsel toplantılarda en az bir sunuş yapmanın akademik yükseltmelerde aranan koşullardan biri olarak kabul edilmesi durumunda Türkçe yayın etkinliklerinde büyük bir artış kaydedileceği açıktır. Üniversitelerimizin bazılarında hakemli Türkçe dergiler düzenli olarak yayınlanmaktadır (Örneğin İTÜ Dergisi). Bu bağlamda 14. Bilgisayar Mühendisliği Bölüm Başkanları Toplantısında da Bilgisayar Mühendisliği alanında hakemli bir Türkçe dergi çıkarma kararı alınmıştır. Öte yandan ülkemizde düzenli olarak hemen her dalda pek çok hakemli ulusal toplantı düzenlendiği gözlenmektedir. Kısacası Türkçe bilimsel yayın yapmak isteyenler için bu olanak her dal için mevcuttur.

14. Bilgisayar Mühendisliği Bölüm Başkanları Toplantısında yukarıda özetlenen görüşlerin Yüksek Öğretim Kurulu Başkanlığının değerlendirmesine sunulması kararlaştırılmıştır.
Gereği için arz ederiz"

III. Önlem Önerileri

TBMM tarafından Türkçe'deki bozulmanın önlenmesi, dilin değerli bir toplumsal kaynak olarak korunması ve güçlendirilmesine yönelik olarak aşağıdaki önlemlerin alınabileceği değerlendirilmektedir:

1. Yazı dilindeki kirlenmenin engellenmesi:

1.1. Kamuya açık duyuruların yazım ve anlatım kuralları bakımından denetlenmesi. Bu doğrultuda bir yandan kamunun eğitilip bilinçlendirilmesi, bir yandan da Türk Dil Kurumu ile Dil Derneği ve üniversite mensuplarından oluşacak bir kuruluşun denetim görevini üstlenmesi, uyarı ve yaptırımlarla dil kirlenmesinin önlenmesi.

1.2. Kamu kuruluşlarının yazışmalarında kullanılan dile, yazım kuralları ve anlatım niteliği bakımından özen gösterilmesine yönelik eğitim, bilinçlendirme, denetim ve yaptırımların düzenlenmesi.

2. Yabancı dilde eğitimin kısıtlanması. İlk elde ciddi düzeyde tartışma başlatılması, yabancı dilde eğitim verecek yeni kuruluşların açılmasının özendirilmemesi, ulusal dilde eğitimin desteklenmesi; bunun yanısıra yabancı dil öğretimi ile yabancı dilde eğitimin ayırt edilmesine yönelik çalışmaların yaygınlaştırılması, Türkçe eğitimin yanısıra yabancı dil öğretiminin güçlendirilmesine yönelik önlem ve desteklerin artırılması.

3. Akademik atama ve yükseltmelerde Türkçe yayınların göz ardı edilmesi, giderek dışlanması uygulamalarının durdurulması, uluslararası yayın gereklerini ve akademik çalışmaların evrensel nitelik ölçütlerini göz ardı etmeden Türkçe yayınların da öncelikli olarak değerlendirilmesi.

Saygılarımla,
Prof.Dr. Semih Bilgen Orta Doğu Teknik Üniversitesi Öğretim Üyesi TBMM, 16-4-2007

Bir Zamanlar Bizim Bir Türkçemiz Vardı -Fatma Özten

Yanlış telâffuz, argo ve yabancı sözcükler medyayı, medya da hayatımızı istilâ etmiş durumda.

Görecem, kafa koyacam, yapacaz, diyil, diil, kaıt, eyik, eyitim, eyim, eyitmek, deyişim, deyinmek... Bunlar ve daha bunlara benzer nice kelimeler, televizyon kanallarının sayesinde Türkçemize girdi.

Kanalların dilimize hediyesi, sadece yanlış telâffuzdan ibaret değil. Pek çok argo söz de artık günlük hayatımızın içinde. Türkiye’de en çok izlenen, çocukların da ilgiyle takip ettiği bir dizide kullanılan argo kelimeleri, herkesin ağzından rahatlıkla duyar hale geldik. “Çekilmez şimdi o adam ya.” “Ana! Saçmalama kızım.” “Evde parti ana, ananın evinde de parti veriyordun di mi evde.” “Ne diyon lan sen deyip kafa koyacam, tekme koyacam.” “Yaktın ulan, beni yaktın.” “Telgrafın kelleri.”

Argo sözcüklerin sadece özel kanallara ait bir marifet olduğunu düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. TRT’nin de bu kanallardan geri kalır yanı yok: “Hani maça gelecektin bebek?” “Yeme bizi oğlum.” “Aaa, Fevriye çatlağı bizim burada!” “Hayret, ne istiyor ki ne?” “Küvet istiyormuş üşütük haspa.” “Ayvayı yedi ha.” “Küme düştün be kılçık yuh, çatlak matlak ama adam yendi be!” “Bir gıdım aklın vardı, onu da alkole bandırınca eridi besbelli.” “Mıcır gibi yerlere dökülesice herif, kızgın yağda biber gibi patlayasıca, avizede ampul gibi yanasıca, yulaf gibi dolanasıca.” “Gösteriş yapmayın dümbelek kafalılar, adam gibi oynayın.”

Yanlış telâffuz ve argonun yanı sıra, yabancı kelime istilâsı da son hızla devam ediyor: konsept, fokus, bilbord, global, disket, printer, monitör, walkman, zapping gibi kelimeleri artık kendi dilimizden kelimeler gibi sahiplendik ve kullanıyoruz. Hattâ bazan bunları yabancıların yazdığı gibi yazıp, yine onların okuduğu gibi okuyoruz: “broker” yazıp “brokır” okuduğumuz gibi.

RTÜK’ün, radyo ve televizyonlarda Türkçenin kullanımı ile ilgili Türk Dil Kurumuna yaptırdığı araştırma, televizyonların Türkçeyi yanlış kullandığı gerçeğini ortaya çıkarmış bulunuyor. Bu proje kapsamında, 15 uzmandan oluşan Proje Yönetim Kurulu iki ay süreyle bütün yayınları takip etti ve yanlışları belirledi. Kurulun hazırladığı rapora göre, tespit edilen yanlışlar şunlar:

1.Sunucunun belli bir dil eğitiminden geçmediği, dildeki gelişmeleri takip etmediği ortaya çıktı.

2.Yoğun olarak yapılan dil yanlışlarına ve keyfî kullanımlara bakıldığında ilgili bir kurumda bir denetlemenin bulunmadığı fikrine varıldı.

3.Kelimelerin seçimi, yazımı ve okunuşunda ortaya çıkan dil yanlışları, pek çok sunucunun imlâ kılavuzu, sözlük gibi kaynakları kullanmadığını göstermekte. Bu tespitlere, yabancı dillere karşı gösterilen aşırı ilgiyi, yabancı kelime kullanmadaki özentiyi de katabiliriz.

4.Yerli film ve dizilerde toplum içinde söylenmesi çirkin olan, görgü kurallarına ters düşen pek çok kaba kelime sarf edildiği görülmektedir. Bunların yoğun olarak kullanılması dinleyicileri, seyircileri rahatsız etmekte ve tiksindirmektedir.

5.Öğrenim sırasında ve daha sonra herhangi bir deyimin gerçek yapısı ve nerelerde kullanılabileceği kavranmamış olduğundan pek çok deyim yanlış kullanılmakta, sözgelişi, ‘ekmeğe yağ sürmek’ gibi bir deyim ‘kazancına ekmek sürmek’ biçimine dönüştürülebilmektedir.

6.Radyo ve televizyonlarda kullanılan sözcük sayısının da son derece sınırlı olduğu ve 500-1000 kelime etrafında döndüğü tespit edilmiştir.

Fatih Üniversitesi Ankara Meslek Yüksek Okulu Müdürü ve Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Ali Fuat Bilkan, medyadaki Türkçenin bozulma süreci hakkındaki görüşlerini açıklarken, önce medyanın dil ve kültür seviyesini ele almak gerektiğini belirtiyor:

“Bugün Türk medyası 500 ile 1000 kelime arasında değişen kısır bir kelime dağarcığıyla yayın yapmaktadır. Kültür, dil ve düşünceye dayalı çok az program dışında, özellikle eğlence, dizi film, haber ve magazin programlarında oldukça sınırlı kelimelerle konuşulduğu ortadadır. Bu husus TDK tarafından RTÜK için yapılan bir araştırmada da ortaya çıkmıştır. Ne yazık ki güzellik yarışmalarında dereceye girenlere veya mankenlere spikerlik yaptıran medya yetkilileri, 75.000 kelimeye sahip olan Türkçe’nin 500-600 kelimelik dar bir kabile dili olmasına da sebep olmaktadırlar. Dil, kültür, edebiyat ve tarih birbirine sıkı bir şekilde bağlı alanlardır. İyi bir konuşmacının bu alanların herbirinde de belli bir birikime sahip olması gerekir. Kültürsüz ve tarih, edebiyat bilgilerinden mahrum insanların hemen her cümlesinde, birkaç telâffuz veya bilgi hatâsı olabilir.

“Bu konuda biraz da teknik bilgi vermek gerekiyor. Özellikle televizyonlarda sık sık rastladığımız yanlışların ana sebeplerini üç ayrı başlık altında değerlendirebiliriz: (1) telâffuz yanlışları, (2) doğrudan yabancı dillerden tercüme edilmiş ifadeler, (3) kelime kısırlığı ve bilgi eksikliği.

“Telâffuz yanlışlığının esas sebebi, Osmanlı Türkçesi bilmemektir. Atilla İlhan’ın da zaman zaman üzerinde durduğu gibi, liselerde mutlaka seçmeli Osmanlı Türkçesi dersleri verilmelidir. Özellikle eski kelimelerin yazılışlarını ve imlâlarını bilmeyenler, bu kelimelerin telâffuzunda zorluk çekmektedirler. Adem-âdem, alem-âlem, aşık-âşık, hala-hâlâ, rakip-râkip gibi kelimelerin doğru telâffuzu için yazılışlarını ve anlamlarını bilmek gerekiyor.

“Doğrudan yabancı dillerden tercüme edilmiş ifadeler, Batı dünyasıyla ilk kültürel temaslarımız sırasında başlamış ve son yıllarda büyük bir tehlike olarak bütün bünyemizi sarmıştır. Banyo almak, pastadan almak gibi Batı dillerinden dilimize geçen deyimler, bugün çok daha ileri seviyede dilimize girmiş ve millî kimliğimizi tehdit eder hale gelmiştir. Unutmamak lâzım ki, insan kelimelerle düşünür. Ne yazık ki çocuklarımız, ‘Kahretsin, baaaay, dont panik, herıld yani, no problem, yihuu!” gibi bambaşka bir kültüre ait ifadelerle heyecanlanmaktadırlar.

“Üçüncü olarak, kelime kısırlığı ve bilgi eksikliği hususu üzerinde durmak istiyorum. Kelime dağarcığını zenginleştirmenin en önemli yolu, şüphesiz ki kitap okumaktır. Bunun için de çocuklarımıza daha küçük yaşlarında kitap okuma şuuru kazandırmamız gerekiyor. Cümle içerisinde hangi kelimenin maksadı daha iyi ifade edeceği, eskilerin hassasiyet gösterdikleri bir konu idi. Atalarımızın çok önem verdikleri belağat, durumun gereğine göre en uygun ifadeyi bulma ve en doğru sözü söyleme sanatıdır. Bugün kelime fakiri insanlar, ‘Ayıpsın, naber, ne iş, çok kafa çocuk’ türü kestirmeden bir yolla anlaşmaya çalışıyorlar. Burada, sözgelimi ‘naber’ (ne haber) ifadesinde onlarca cümle gizlidir: merhaba, nasılsın, annen baban nasıllar, neyle uğraşıyorsun, sağlığın nasıl gibi.

“Ne yazık ki, yemek kültürü gibi, konuşma âdâbı da gittikçe kayboluyor. Bu konuda anlamsız ve muhtevasız bir dizi ifade biçimi dikkat çekmektedir. Ne konuşanın ve ne de dinleyenin tam olarak anlayamadığı ve tasvir edemediği bu konuşma biçimi de yeni neslin dil fukaralığını göstermektedir: koptum, uçurmuş, yok böyle birşey, büyüksün, ne iş...

İmlâda da yabancılaşma ve dil yanlışlarıyla karşılaşıyoruz: ‘Anti parantez, hastayım artı canım sıkkın’ gibi ifade biçimleri ve ‘Sen & ben’ türü özentiler, yaygın olarak kullanılmaktadır.”

Argosuz konuşamıyoruz Argo kelimelerin son zamanlarda artması sadece Türkiye’nin sorunu değil. ABD’deki Aile Televizyon Konseyinin (Parents Television Council) yaptığı açıklamaya göre, televizyonlarda kullanılan argo kelimelerin son iki yılda % 78 oranında arttığı belirtiliyor. Ülkemizde ise, hemen hemen bütün kanallardaki dizilerde argo kelimeler ağırlıklı olarak yer alıyor. Daha sonra da bütün bu kelimeleri çocukların ve gençlerin dilinde işitiyoruz.

Doç. Dr. Ali Fuat Bilkan, dizi filmlerdeki bozuk Türkçenin sebebinin aktörlerin kendi sesleriyle oynatılmasında buluyor: “Eskiden filmleri seslendiren suflörler, temiz ve kibar bir Türkçe konuşurlardı. Mahallî taklitleri bile iyi yetişmiş ve ilgili yörenin ağız özelliklerini iyi bilen insanlar yapardı. Şimdi İstanbullu bir sanatçı, Güneydoğu ağzını taklit etmeye kalkışıyor. Ortaya hiçbir mahallî ağıza benzemeyen kaba saba birşey çıkıyor. Özensiz ve ucuz maliyetli diziler, dil ve kültürümüzü olumsuz olarak etkilemektedir. Bu yüzden çocukların taklit yeteneklerini basit ifadeler ve argo tabirlerle göstermeleri de kaçınılmaz hale gelmektedir.

“Ülkemizde RTÜK, televizyonlara birçoğu haklı gerekçelere dayanan cezalar vermektedir. Sözgelimi, çocuklara yönelik yayınlarda zararlı unsurları ihtivâ eden unsurlar gerekçe gösterilerek televizyonlar kapatılmaktadır. Ancak ben şimdiye kadar Türkçeyi yanlış kullandığı veya dilimizi bozduğu için herhangi bir televizyona ceza verildiğini duymadım. Türkçenin anayasa güvencesinde olması, onu koruyabilmek için yeterli değildir. TDK ve RTÜK işbirliği yaparak bu konuda çeşitli yaptırımlar uygulayabilmelidir. Özellikle reklamlarda kullanılan Türkçe, yüzlerce defa tekrar edilmek suretiyle çocuklarımızın körpe beyinlerine yerleştirilmektedir. İşte birkaç örnek: Takıl bana, öptüm, dont panik, sakin ol ahbap, burası Türkiye yok ööle, büyüksün, wow!..

“Bu konuda, televizyonların çok seyredilme yarışını bırakıp halka daha kaliteli ve seviyeli yapımlar sunması gerekiyor. Herşeyi kanunla yaptırmak mümkün olmadığına göre, toplumda dil ve kültür şuurunu yaygınlaştırarak millî zevki beslemeye çalışmalıyız.”

Sürekli İngilizce telkini İkinci Dünya Savaşından sonra Amerikan ve İngiliz kültürü bütün dünya dillerini etkilemeye başladı. Türkiye’de İngilizce eğitim yapan birçok okul açıldı. Özenti ile birlikte yabancı kelimelerin girişi de arttı. Türkçesi varken yabancı kökenli kelimeyi kullanmak moda haline geldi.

Günlük konuşmasını 500-600 kelimeyle halletmeye çalışan bir toplum acaba kendi dili yeterli olmadığı için mi yabancı kelimeleri kullanır? Doç. Dr. Bilkan, yabancı kelime kullanımının, dilimizdeki yetersizlikten kaynaklanmadığını söylüyor ve şunları ilâve ediyor: “Nitekim henüz XI. asırda Kaşgarlı Mahmut, Divânü Lügati’t-Türk adlı eseriyle, Türkçenin Arapça ve Farsça karşısındaki zenginliğini göstermişti. Bugün Batıdan, özellikle de İngilizceden dilimize geçen hemen hemen bütün kelime ve deyimlerin Türkçe karşılıkları mevcuttur. Sözgelimi, ‘bestseller’ kelimesini ‘çok satan,’ ‘entegrasyon’ kelimesini ‘uyum,’ ‘polemik’ kelimesini ‘tartışma’ olarak karşılamak mümkündür. Bu konuda yazılmış pek çok kitap ve makale olduğu için ayrıntıya girmiyorum. Ama ‘istilâ’ kelimesi, bir gerçeği ifade ediyor. Dil, kültürün hammaddesi olduğuna göre, kaybettiğimiz her kelime ve deyim, esasen bir kültürel kaybı da doğurmaktadır. Hangi kültürün kelimelerini kullanıyorsanız, onun kalıpları ve anlam kapsamı içerisinde düşünmeye başlarsınız. Basın ve yayın araçları günün yirmi dört saatinde, hepimizin zihnine yoğun olarak yabancı kelimeleri yerleştirmeye çalışmaktadırlar. Bir telkin ve bir niyetsiz öğrenme süreci de sayılabilecek bu konu, özellikle çocukların kelime dağarcığının oluşmaya başladığı yaşlarda daha da etkili olmaktadır.

“Birçoğu hemen her gün tekrar tekrar telâffuz edilerek şuuraltına yerleştirilen bu kelimelerin Türkçe karşılıkları mevcuttur. Şimdi şunu düşünmek lâzım: Her saat başı size bir dizi yabancı kelime hatırlatılıyor ve bunlar şuuraltınıza işleniyor. Medyadaki bu ısrarlı telkinler, bir niyetsiz öğrenme sürecini de gerçekleştirmektedir. Ancak ne yazık ki özellikle çocuklar ve gençler bu kelimelerin Türkçe karşılıklarını bilmemektedir. Bu kelimelerin anlamları, çoğu kişi tarafından sadece cümle içerisindeki yerlerinin oluşturduğu çağrışımlarla belirginleşmektedir. Tabiatıyla metni anlama ve kavrama tam olarak gerçekleşememektedir.

“Ben, Türkçenin hiçbir dönemde bu denli tehlikeli bir sürece girdiğini zannetmiyorum. Yabancı kelime istilâsı televizyonlardaki sunuculardan, gazetelerdeki haber muhabirlerine ve köşe yazarlarına kadar hemen her medya mensubu tarafından topluma dayatılmaktadır. Türkçe, bilim dili olarak tarihin her döneminde önemli imtihanlardan geçmiştir. Beylikler döneminden itibaren gerçekleştirilen tercüme faaliyetlerinde Arapça, Farsça, Latince, Fransızca gibi dillerde yazılmış birçok eser Türkçeye tercüme edilmiştir. Özellikle Tanzimattan sonra Fransızcadan gerçekleştirilen tercümeler içerisinde Fransızcadan Türkçeye manzum olarak aktarılmış sözlükler dikkat çekicidir. Yani Türkçe tarihin birçok döneminde başka dillerle mukayese edilmiş ve yabancı dillerdeki kelimelere Türkçe anlamlar bulunarak dilimizin zenginliği ortaya konmuştur.”

12 Eylül'den sonra, Atatürk'ün bizzat kendi parasıyla kurdurduğu Türk Dil Kurumu kapatıldı. Yasalar çiğnenerek hem de. Türk Dil Kurumu'nun yönetimi, dil devrimine karşı olanlara teslim edildi. Bugün de bu durum sürmektedir. Böylece güzelim Türkçemizin yuvasına yabancı dillerin yumurtaları konuldu. Türkçe bilim dili değildir gibi saçma sapan tartışmalar başladı. Ve dilimizdeki aşırı kirlenme, o günden bu güne bir çığ gibi büyümektedir.

Bizler konukseveriz ama yurdumuza, evimize gelen İngilizce, benim dilimi susturuyor, onu kovamaya çalışıyorsa, bütün satış yerlerinin, meydanların, otellerin, büyük binaların, işhanlarının, özel televizyonların, magazin dergilerinin adlarından benim güzelim Türkçem kovuluyorsa, bütün gücümüzle buna karşı çıkmamız gerekiyor. Yurduma gelen konuk elimizi dostça tutuyorsa, dilimize saygı gösteriyorsa, onu her zaman hoş karşılarız. Ama elimizi tutmuyor da, parmaklarımızı sıkarak kırmaya çalışıyorsa o el dost eli değildir.

Unutmayalım, diller ulusların gece gündüz yanan kandilleridir. Ülkeme gelenler benim kandillerimi, sokak lambalarımı söndürüyorlarsa, benim anamdan atalarımdan öğrendiğim güzelim Türkçeme bir çeşit 'Soykırım' uyguluyorlarsa, onlara karşı savaşım vermemiz gerekmektedir.

Dilimizi toprağımızı korur gibi korumalıyız. Çocuklarımıza bırakabileceğimiz en büyük servet, zengin, temiz bir Türkçe olmalıdır.

Ceyhun Atuf Kansu, bugünleri görmüş, ta 1966 yılında yazdığı bir şiirde şöyle diyor: "Haraç Mezat / Yaylalarımdan yarın oksijenimi satarsanız / Ve korkuyorum alfabemdeki ulusal besini / Türkülerimi sevincimin gezeneğini, / Ağlamak hakkımı bile ağıtlardan, / Bağımsızlık yelinin yolunu keserseniz / Bir gün onurumun altın madenini verirseniz / Dağlarımı da satarak el oğluna, / Alın gidin o gün, hayrını görün demokrasinin" İmece Dergisi, sayı:65, Eylül 1966.

Osmanlılarda ve günümüzde kimi edebiyatçılar, birtakım söz oyunları ile sözü gerçek yaşamdan koparmaya çalıştılar. İçinde tane olmayan harmanı savurmaya benzer bu. Oysa bugün dünya çığırından çıkmıştır. Ülkemiz ve dünya insanlığı ABD emperyalizmi ile AB emperyalizminin ağır kuşatması altındadır. Ülkemizin çok büyük sorunları vardır. Çok büyük haksızlıklar ve kötülükler vardır. Biz yazarlar bütün bunları, yalnızca biçim ve sözcük oyunlarıyla, moda anlayışlarıyla halkımıza nasıl anlatacağız? Sözcüklerin anlamını ve kan grubunu değiştirenleyiz.

Söz sanatını 'Salt anlatımdır' diyerek, onu özünden kopararak ölü sözcükler yığınına dönüştüremeyiz. Kulağa hoş gelen, sık bir sözcük örgüsüyle ama özünde hiçbir şey olmayan şiirler, öyküler, romanlar yazılıyor günümüzde. Buna plastik anlatım ya da slikonlu anlatım da diyebiliriz. İçi boşaltılmış sözcüklerle kulağa hoş gelen ses dizimleriyle kalıcı bir sanat yapılamaz

Son yirmi beş yıldan beri dilimiz yüzsüzleştirilmeye başlandı. Dilimiz adeta hadım ediliyor. Günümüzde 'alıcıları hep batı'yı, batı dillerini çeken bir çeşit sömürge vatandaşı kimliğindeki kişiler, konuşmaları ile yazıları arasına İngilizce sözcükleri serpiştirmeden kendini alıkoyamıyorlar. Bu kişiler etkili yerlerde oldukları için, toplumumuza çok kötü örnek olmaktadırlar. Son yıllarda dilimize o kadar yabancı sözcük girdi ki sıradan bir kentin ana sokaklarındaki satış yerlerinin adlarına baktığımız zaman bunu kolayca anlayabiliriz.

Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün 1926 yılında, 825 sayılı madde ile sınırladığı TÜRKÇE SATIŞ YERLERİNİN ADLARI ile ilgili yasa, Turgut Özal zamanında kanun hükmünde bir kararname ile ortadan kaldırıldı. O günden sonra da dilimiz yabancı sözcüklerin saldırısına uğradı. Sonuç olarak bir futbol takımının oyuncu kadrosuna dönüştü dilimiz. Sahaya çıkan on bir kişinin yarısı yabancı futbolculardan oluşuyor çünkü. Dilimiz, kendi kültürlerinden, kendi coğrafyalarından utanan, ona sırt çevirenlerin alkışlandığı, parlatıldığı bir döneme girmiştir. Türkilizce melez bir dil oluşmuştur. Bu dille sanat yapılabilir mi? Seyrani'nin ünlü deyişiyle "Eğri okla doğru nişan vurulabilir mi?"

Dilini yozlaştıranların önce kendilerini yozlaştırdıklarını burada apaçık söylemeliyim. Yazılı ve görsel basında Türkçe harfleri kendi ses uyumlarıyla değil, İngilizce ses uyumuyla okuyup söyleyerek, örneğin: "Er aş negatif kan aranıyor" diye duyuru yapıyorlar. Duyuru sözcüğüne "anons", gen sözcüğüne "junior" diyorlar. Yıldız sözcüğüne "star", cankurtaran sözcüğüne "ambulans" diyorlar. Film gösterime girdi demek varken, "vizyona girdi" diyorlar. Dünya sözcüğü, "world"la yer değiştirdi. Hoşça kal sözcüğü "bye bye" oldu. Halkımız gökyüzüne sema değil, gökyüzü diyor. Aynı anlama gelen bir televizyon kanalının adı "sky". Yaşam demek varken "life", haber demek varken "haber portalı", yüksek, verimli çalışma demek varken "performans" diyorlar. Kendi ana dillerini ayaklar altına almak için adeta çıldırıyorlar. Bu bir aşağılık duygusunun, yabancı diller karşısında kendi ana dilini küçük görmenin göstergesi değilse nedir?

Tanıtıma "demo", sunucuya "spiker", gösteriye "show", gösteri yapana "showmen", radyo sunucusuna "diskjokey", hanımefendiye "fırstlady", bakkala "market", torbaya "poşet", mağazaya "süper, gros market", ucuzluğa "damping", duyuru tahtasına "bilbord", sayı tablosunun adına "skorbord" diyorlar. Bilgi vermeye, bilgilendirmeye "brifing", bildiri sunmaya "deklarasyon", uğraşa "hoby", kentlerin girişine güzelim "Hoş geldiniz" yazmak varken "welcome", kent çıkışına yine İngilizce "goodbye", korumaya "bodygard", sanat ve meslek ustalarına "duayen", saygın kişiye "prestij sahibi", alanlara, meydanlara "platform", merkezlere "center", büyüğe "mega", küçüğe "mikro", sonuca "final", özleme "nostalji", iş hanlarına "plaza", sergiye "galeri, center room, show room", ana kentlere "mega kent", yolüstü aşevlerine "fast food", yemek çeşitlerine "menü", ödemeye ise "adisyon" diyorlar.

Sözlerimi ünlü şairlerimizden Cemal Süreya'nın bir sözü ile bitiriyorum. "Türkçeden bir kıl kopar; içinde güneşler, dünyalar, ırmaklar vardır. Ama Türkçeden koparacaksın..."

Osman Şahin
TÜRK DİLİ DERGİSİ (temmuz-ağustos 2006 sayı;115)
 
Geri
Üst Alt